İstanbul Boğazı'nın üzerine puslu, uzun bir bulut yerleşmişti saatlerdir. Güneş doğmadan az önce grili alacalı soğuk bir yılan gibi Karadeniz tarafından sokulmuş, neredeyse Bebek sırtlarına kadar uzanıp çöreklenmişti. Her sabah beşte kalkmaya alışkın olan Süreyya, o gece yattıktan az sonra tık diye uyanmıştı. Huzursuzdu içi, midesi kaynıyor, kalbinin çarpıntısını parmak uçlarında hissediyordu. Başı zonkluyordu. İki tane ağrı kesici almış, bana mısın dememişti. Evi dolaştı, çocuklara, kocasına baktı. Gürsel az önce kalktığı yatakta, Ayşe ve Levent odalarında derin bir uykudaydı. İçine çubuk tarçınla, gül atıp İran çayından demledi. Eski bir hastası Başkale'den gönderiyordu kaçak İran çayını. Şafak, bütün bedeninde hissettiği bir nabız gibi attı. Sabahın ilk ışıklarıyla büyük bir Rus yük gemisi giriş yaptı Boğaz'a. Pavlof Alexander. Geminin ismi, kırmızı borda üzerine beyaz harflerle kocaman yazılmıştı. İçinde, derinlerde bir yerde hüzünlü bir kuş kanat çırptı. Bir şeyler olduğunu biliyor, hissediyordu. Onu hissederdi. Cep telefonuna baktı, mesaj, WhatsApp, Signal, Telegram ne kadar haberleşme uygulaması varsa taradı. Görmeyi umduğu mesaj yoktu hiçbirinde. Facebook'u açtı. Arama sütununa Volkan Yanardağ yazdı. Volkan'ı uzun zamandır düşünmemişti, daha doğrusu aklına geldiği anda uzaklaştırmıştı, yoksa kalbine bir çivi yazısı gibi kazınmış olan adamı istese de tamamen unutamazdı. Hem zaten…
Volkan'ın kapak resminde Masaya, profil resminde ise Erebus vardı. İlki Nikaragua'da, diğeri ise Antarktika'da bulunan iki yanardağ. Neredeyse altı aydır bakmamıştı. Direnmiş, hatta kapatmıştı Facebook ve Instagram hesaplarını. Sonra yine açmış ve bakmıştı. Volkan düzenli olarak yanardağ resimleri paylaşırdı. Tırmandığı, araştırma yaptığı, kraterinin içine indiği, sessiz, aktif, lav püskürten yanardağ fotoğrafları. Son paylaşımı ama Bingöl'de Çötele yaylasında sapsarı Hor Çiçekleri arasında annesi ve babasıyla bir selfiydi. Rahatladı içi biraz. Paylaşım, bir hafta önce yapılmıştı, demek güvendeydi.
Arabada giderken Melike Demirdağ'dan Arkadaş'ı dinledi. "Bir kıvılcım düşer önce, büyür yavaş yavaş / Bir bakarsın Volkan olmuş, yanmışsın arkadaş." Ayrıldıkları gün, daha doğrusu Süreyya ben Gürsel'le evleneceğim dedikten sonra, İstanbul'a dönerken WhatsApp'tan göndermişti Volkan. Şarkının ilk iki dizesi ve sonrasında "Öyleyse bundan sonra Arkadaş kalacağız" cümlesi ve üstünde şarkının YouTube linki. Volkan tabii ki büyük harfle yazılmıştı ve Arkadaşın yanında da kırık kalb emojisi. "Dolduramaz boşluğunu ne ana ne gardaş / Bu en güzel, bu en sıcak duygudur arkadaş." O da biliyordu, Volkan da, hiçbir zaman o anlamda arkadaş olmayacaklardı. İkisinin de kalbinde başka birinin girmesi imkansız bir oda vardı ve orada sonsuza kadar beraber yanacaklardı.
Hastaneye girdiğinde her şeyi unuttu. Gürsel'in kongresi vardı, yoksa her gün beraber giderlerdi Çapa'ya. Gürsel hocasıydı, karizmatik, yakışıklı, ses tonu etkileyici adam. Volkan'ın taban tabana zıttı. Salon adamı, kibar, centilmen; değil ülkenin, dünyanın en iyi cerrahlarından biri. Peşinde o kadar kadın varken bok varmış gibi tutmuş Süreyya'ya aşık olmuştu. Bir yurtdışı kongresinde -Roma'nın büyülü atmosferinin ya da Süreyya'nın defalarca izlediği Roma Tatili filminin etkisiyle- hoca öğrenci ilişkisi bir Vespa'nın üzerinde sevgili olmaya dönüşüvermişti Aşk Çeşmesi'nin karşısında. Süreyya'yı hep Audrey Hepburn'e benzetirlerdi, belki de bilmediğimiz elektrik bulutları dokunmuştu sinir uçlarına.
Süreyya endokrin cerrahı olmuştu. Öğretim üyesi olarak fakültede basamakları tırmanmaya başlamıştı. Kimse, kocasının torpiliyle diyemezdi, fakülteyi dereceyle bitirmiş, Tıpta Uzmanlık Sınavında da ilk ona girmişti. Nasıl girmişti, kafası, kalbi, bedeninin her hücresi Volkan'la doluyken? Kendi de bilmiyordu. Bingöl'de mecburi hizmet yapıyordu. Bahar gelmişti, dağlarda rengarenk çiçekler. Yeryüzünün güzelliği Süreyya'nın yüzüne, Süreyya'nın güzelliği yeryüzünün suretine vurmuştu. Ve birdenbire karşısına, yaban bir dağ kedisi gibi Volkan çıkmıştı. Elinde, teleobjektif takılmış fotoğraf makinası, Bingöl'ün yaban hayatını kayıt altına alan bir Volkan. "Akşam bize yemeğe gelsene" demişti Volkan ve her şey böyle başlamıştı. Babası Ahmet Bey, Genç ilçesinde eczacıydı. Genç Bingöl'e yirmi kilometre. Nasıl güzel bir akşam olmuştu. "Gülzerin ne demek" diye sormuştu Süreyya, annesiyle tanıştığında. "Zazaca sarı gül demek, Hor Çiçeği'nin adı olarak da geçer" demişti ve hemen Hor Çiçeği resimleri göstermeye başlamıştı Volkan, annesine sarılırken. O güzel kadına neden bu ismi verdiklerini anlamıştı Süreyya. Açılan kapıdan sanki bir eve değil de bir masal dünyasına girmişti. Mecburi Hizmet bir anda Fırat Diyarı'nda geçen bir aşk hikâyesine dönüşmüştü.
Murat Nehri kıyısında gezmeler, Çötele, Hırhal, Çavreş Yaylaları'nda yürüyüşler… İstanbul çocuğu Süreyya, Volkan'la kadim Anadolu'yu tanımaya başlamıştı. "Dünya'da Güneş'in en güzel doğduğu yere götürücem seni" demişti. Karlıova'da, Kale Tepesi'nden beraberce güneşi doğurdukları gün, ilk kez sevişmişlerdi. Süreyya Volkan'la geçireceği kocaman bir hayatın hayallerini kurarken, bir akşam "ben gidiyorum" demişti Volkan kendince. Gülzerin Hanım'ın güzel yemeklerini yedikleri, Ahmet Bey'in Urartu'lardan, Asurlular'a, Büyük İskender'e hikâyeleriyle Bingöl'ün tarihini anlattığı akşamdı. Telefonundan bir türkü çalmaya başladı Volkan. Gülzerin Hanım'ın gözleri yaşardı, sessizce ağlamaya başladı. Süreyya şaşırmıştı. Ahmet Bey eğildi "Meberm Daye - Ağlama Anne, bir Zaza türküsüdür, yayla zamanı köyde herkes yaylaya çıkarken oğlu gurbette olduğu için tek başına yaylaya çıkamayan annesine, gurbette sayılı günlerinin kaldığını dönünce beraber çıkacaklarını anlatır türkü" diye açıklamıştı.
Fazlası olduğunu nereden bilebilirdi ki Süreyya. Volkan'ın her seferinde gitmeye karar verdiği gece bu türküyü çaldığını, bir daha gelene dek Gülzerin Hanım'ın gözlerine yerleşen hüzün perdesinin asla kaybolmadığını, Volkan'ın yanardağlara olan tutkusunu. "Sana hiç anlatmadı mı?" dedi Ahmet Bey. Volkan gittikten sonra artık Bingöl'de duramamış lojmanı bırakıp onların evine yerleşmişti. Gelinleri, kızları gibi benimsemişlerdi Süreyya'yı. Anlatmamıştı. "İnsan aşık olduğuna, hayatında başka biri varsa anlatmaz ya, ondandır" demişti.
"Gülzerin hamileydi, Doğubeyazıt'a gitmiştik, Ağrı Dağı'nı görünce, adını Volkan koyalım deyivermişim. Bizim buralarda Volkan diye isim pek yoktur. Belki de hayatını ismi belirledi. Çocukluğundan beri dağlara meraklıydı. Üniversite sınavında tek tercih ODTÜ Jeoloji Mühendisliği'ne girdi, sonrası dünyadaki yanardağlar. Gözüpektir, yamandır oğlum. Aktif yanardağların içine giren orada araştırma yapan bilim insanlarından biri oldu. 'Bir gün bir yanardağın bacasından inip dünyanın öbür ucunda başka bir dağın kraterinden çıkacağım' der durur. Yanımıza gelir, bir hafta kalır gider hemen. İlk kez bu kadar uzun kaldı. Sana tutuldu herhalde kızım, ama o dağlarsız yapamaz."
Nasıl olduysa o kafayla TUS'a hazırlanmış, o kafayla dereceye girmişti. Madem onun dağları vardı, Süreyya'nın da ameliyatları olacaktı. Bingöl'den kırık bir kalp ve Ahmet Say'ın 'Bingöl Hikâyeleri' kitabıyla dönmüştü. Ne zaman o yaylaları hatırlasa açar okurdu. Yanardağlara doğru yola çıkmadan önce vermişti Volkan. Sonraki yıllarda birkaç kere daha karşısına çıkmış, her seferinde aklını karıştırmıştı. Onu görünce, hatta düşününce bile bedeninde taaa uzaklardan gelen ılık bir rüzgar alazlanmaya başlardı. Bu duygusundan hep korktu.
Roma Kongresi'nden bir süre sonra iki günlüğüne Kaş'a gitmişti Süreyya. Uçak batığına dalıp Gürsel'in evlenme teklifini düşünecekti. Nasıl öğrenmiş, nasıl çaktırmamıştı, 60 metre derinlikte o ılık rüzgarı hissettikten saniyeler sonra elini tutanın Volkan olduğunu, maskenin ardındaki gülen gözleri görmeden anlamıştı. O akşam hâlâ Volkan'a sırılsıklam aşıkken "Ben Gürsel'le evleneceğim" demişti. Volkan'ın da kendisine evlenme teklif etmeye Kaş'a geldiğini hiç bilemeyecekti, Gülzerin Hanım'dan başka kimse de, hiçbir zaman bilmedi zaten.
Hastaneden dönerken Meberm Daye'yi dinlemek istedi. Arabasını tepeye park etti. Sabahki puslu bulut hâlâ Boğaz'ın üzerindeydi. Şiddetli bir yağmur başladı. Kötü bir şeyler olduğunu hissediyor, karşı koymaya çalışıyordu. Sanki peşine düşmezse, merak etmezse, öğrenmeye çalışmazsa o kötü şey gerçekleşmeyecekti. İçi acıyordu. Eve dönmesi lazımdı ama orada öylece çakılmıştı. Yıllar sonra ilk kez Gülzerin Hanım'ı aradı. Telefon açıldığında ses çıkmadı önce, telefon bağlandığında arabada çalan türkü kesilmiş ama açılan telefonda yine aynı türkü çalıyordu acı acı, Meberm Daye, Meberm Daye, Ağlama Anne. Ağlıyordu ama, Gülzerin Hanım konuşamıyor, ağlıyordu karşıda. Konuşamayacaktı da ve bir daha da hiç dinmeyecekti gözyaşları. Süreyya telefonu kapadı, radyoyu açtı. Spiker renksiz bir ses tonuyla haberleri okuyordu "İzlanda da aralarında bir Türk bilim adamının da olduğu grup kratere inmişken lav püskürtmeye başlayan Eyjafjallajökull yanardağında...
Talat Kırış kimdir? Talat Kırış, 1961 yılında İstanbul'da Süleymaniye Doğumevi'nde dünyaya geldi. Sırasıyla Ataköy İlkokulu, İstanbul Erkek Lisesi ve İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi'ni bitirdi. Öğrenciliği sırasında yurtiçi ve yurtdışında kaza cerrahisi ve beyin cerrahisi kliniklerinde staj yaptı. Prof. Dr. Türkan Saylan'la birlikte Van'da lepra hastalığı üzerine saha çalışmalarına katıldı. Konya Devlet Hastanesi Acil Bölümü'nde mecburi hizmetini; 1986-1992 yılları arasında İstanbul Tıp Fakültesi Nöroşirurji Anabilim Dalı'nda ihtisasını tamamladı. Uzmanlık tez çalışmasıyla Beyin Araştırmaları Derneği ve Japon Nörotravma Derneği'nden ödül aldı. Uzmanlık sonrası Kartal Eğitim Araştırma ve Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları hastanelerinde çalıştı. 1995-1996 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri, Arizona, Phoenix'te bulunan Barrow Nöroloji Enstitüsü'nde burslu olarak, kafa kaidesi tümörleri ve beyin damar hastalıkları üzerine üst ihtisas yaptı. İstanbul Tıp Fakültesi Nöroşirurji Anabilim Dalı'nda 1999 yılında doçent, 2006 yılında profesör oldu. 2006 yılında 9. Uluslararası Serebral Vazospazm Kongresi'nin başkanlığını yaptı. Türk Nöroşirurji Derneği Yeterlik Kurulu kurucu üyeliği, Nörovasküler Eğitim Öğretim Grubu başkanlığı, Nöroonkoloji Eğitim Öğretim Grubu başkanlığı, Temel Kurslar eş başkanlığı, yönetim kurulu üyelikleri, Türk Nöroşirurji Dergisi ve Turkish Neurosurgery dergileri baş editörlüğü, Nöroonkoloji Derneği ikinci başkanlığı ve Türk Nöroşirurji Derneği başkanlığı yaptı. Avrupa Nöroşirurji Dernekleri Birliği Araştırma Komitesi üyeliği görevinde bulundu. Akdeniz Beyin Cerrahları Derneği Eğitim Komitesi Başkanı olan Kırış, 2017-2021 yılları arasında Dünya Nöroşirurji Dernekleri Federasyonu Beyin Damar Hastalıkları Komitesi Başkanlığı yaptı. Dünya Nöroşirurji Dernekleri Federasyonu'nda Türk Nöroşirurji Derneği'ni temsil eden delege olan Prof. Dr. Talat Kırış, meslek yaşamını Vehbi Koç Vakfı Amerikan Hastanesi ve Koç Üniversitesi Hastanesi Beyin Cerrahisi bölümlerinde sürdürüyor. Kırış'ın editörleri arasında bulunduğu İngilizce iki kitabı, 100'den fazla kitap bölümü, ulusal ve uluslararası dergilerde makaleleri yayımlandı; çok sayıda ülkede beyin cerrahisinin çeşitli alanlarında eğitim kursları ve konferanslar verdi, yurtiçi ve yurtdışında eğitim amacıyla çok sayıda beyin cerrahının izlediği canlı ameliyatlar yaptı. Tıbbiye öğrenciliği yıllarından itibaren 40 yılı aşan öğretim üyeliği ve hekimlik hayatını, 2021'de yayımlanan "Beyne Giden Yol / Bir Beyin Cerrahının Anıları" adını verdiği kitabında anlattı. TEDx ve farklı sosyal platformlarda konuşmaları yayımlanan Kırış, aynı zamanda kıdemli bir denizci olarak Güney Amerika'dan Antarktika'ya kadar uzanan yelkenli seyahatler yaptı, Grönland'da kanoyla Kuzey Kutup dairesi geçiş yaptı. Anılarında hayalini, "Bir Şehir Hatları Vapuru'na ismimin verilmesini isterim. Kimbilir, kısmet..." sözleriyle paylaştı. Gençlik yıllarından itibaren yazın dünyasıyla ilgilendi, 1984 yılında Düşün dergisi masal yarışmasında mansiyon kazandı. Argos sanat dergisinde öykü ve denemeleri, Cumhuriyet ve Radikal gazetelerinde yazıları yayımlandı. 2012 yılından Yacht Türkiye dergisinde yazmaya başladı. Ağustos 2019'dan itibaren T24'te düzenli yazılar yazıyor. |