Bilgisayar ekranından bir çift gülen göz bana bakıyor. Mütemadiyen bakıyor. Ne gözlerimi, ne aklımı ondan ayırabiliyorum. Mutfağa gidiyorum, bir çay demliyorum. Köpeğimin başını okşuyorum. Okuduğum romanı elime alıp bırakıyorum. Haberleri okumaya çalışıyorum. Olmuyor. Deniz Poyraz, artık yalnızca bir resim olan gülen gözleriyle bana bakıyor. Olmamalıydı diyorum, olmayabilirdi, engellenebilirdi, bundan sonrakiler engellenebilir. O gülen gözleriyle bana bakarken biliyorum ki Türkiye topyekûn arınmadan, on yıllardır bu siyasi cinayetlerin rantını yiyenlerden kurtulmadan, yeni bir toplum sözleşmesi yapmadan, bu cinayetler engellenmeyecek, genciyle yaşlısıyla insanlar ölmeye devam edecek.
Deniz Poyraz'ın resmine bakıyorum. Birden başka genç bir kadının gülen gözleriyle karşılaşıyorum. Dilek Doğan'ın... Evinde durduk yere, ortada hiçbir neden yokken polis kurşunuyla katledilen Dilek Doğan'ın gözlerine. Biz bu ülkede yaşamaya devam ederken, bakkala gidip yumurta alırken, bir lokantada arkadaşlarımızla buluşurken, yaz tatiline çıkarken, bunların hiçbirini yapamayacak, hayatları gencecik yaşlarında ellerinden alınan Dilek Doğan'la, Deniz Poyraz'ın gözleri, ilahi bir yargıç gibi bize bakmaya devam edecek.
Dilek'i vurup öldüren polis memuru Yüksel Moğultay "Ben vicdanen rahatım. Kesinlikle ben öldürmedim. Olaya sebep olan Doğan ailesidir" demişti. Altı yıl üç ay ceza vermişlerdi. Deniz Poyraz'ın katili Onur Gencer de "İçimi soğuttum" diyor. Genç kadını öldüren kurşun oksipital bölgeden girmiş, yani içini soğutan alçak, şerefsiz ve korkak katil başının arkasından ateş etmiş. İçini soğutmak için bacaklarına da ateş etmiş, yetmemiş gelip ölmüş ya da can çekişmekte olan kadının kafasını tekmelemiş. "Sağ temporo-oksipitalde yaklaşık 7-8 cm'lik kemiğe kadar inen, kenarları düzgün ve altındaki kemik dokuda kırk olan açık yara"ya yol açmış. Bir Kürt kızını başının arkasından vurup, bacaklarına ateş edip, sonra da kafatasını kırarak "içini soğutmuş" alçak, şerefsiz ve korkak katil. Ardından "Beni serbest bırakın" demiş, sevecen polis memuru "Adın neydi abicim" diye sorduktan sonra.
Onur Gencer'in resimlerine bakıyorum. Türk bayrağı önünde bozkurt işareti yapıyor. Ne Türklüğe ne de Türkiye'ye beş kuruş yararı olmayan tiplerden. Silahla pozlar vermiş bolca. Tabancayla, uzun namlulu tüfeklerle. Bu tiplerden sanatçı çıkmaz, bilim insanı olmaz, bu profil resimlerine sahip olanlar arasında, akademisyen, yazar, çizer, milletine, dünyaya yararlı birini göremezsiniz. Arkasında Türk Bayrağıyla poz vermeyi bilir, sonra gider genç, masum, savunmasız bir kadını kafasının arkasından vurur. Bakarsınız ileride mafya mensubu ya da siyasetçi olur. Hapisten kaçırılır, kaçakken devletin valisi nikahında şahitlik yapar mesela. Olmaz olmaz demeyin olur.
Onur Gencer'in resimlerinden yine Türk Bayrağı önünde resim çektirmiş başka bir alçak katilin resmine geçiyorum. İdi Amin lakaplı Haluk Kırcı'nın. Evet evet, firari olarak aranırken devletin valisi Mehmet Ağar'ın nikahında şahitlik yaptığı, Bahçelievler'de, beş TİP'li gencin evine baskın yaptıkları sırada arkadaşlarına, bırakın ben öldürürüm hepsini diyen, evdeki tel askıyı cinayet silahına dönüştüren, devletin bağrına bastığı, Türk Bayrağı önünde poz verip Erzurum Büyükşehir Belediye Başkanlığı'na aday olacağını ilan eden katilden söz ediyorum. Yakalanan ve sık sık yanlışlıkla tahliye edilen, yıllar sonra televizyona çıkartılıp alçakça işlediği cinayetleri hoş anılarmış gibi anlatan katil Haluk Kırcı da, tıpkı Onur Gencer gibi aynı siyasi gelenekten geliyor.
T24'te dün Şengün Kılıç, Haluk Kırcı ile birlikte Bahçelievler katliamı sanıklarından olan Ünal Osmanağaoğlu'nun hikâyesini yazdı. O da alçak bir katildi. Bahçelievler katliamı dışında DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler'i de öldürmüş, yıllarca elini kolunu sallayarak dolaşmıştı. Öldüğünde cenazesine Devlet Bahçeli, Meral Akşener ve MHP erkanı katılmıştı. Sedat Peker de çelenk gönderenler arasındaydı.
Rakel Dink, Hrant'a veda konuşmasında "Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim... Nefretle, hakaretle, kanı kandan üstün tutarak olmaz" demişti. Bir öldürülenlerin gülen gözlerine bakıyorum. Kürt olduğu için, Alevi olduğu için, solcu olduğu için öldürülen insanların. Bir de katillerinin gözlerine, gözlerindeki nefrete. Bir de bu nefreti onların damarlarına enjekte eden sakat siyasi aklın aktörlerine.
Bugünlerde bir korku ortamı yaratılmaya çalışılıyor yine. Bu ülkede doğup altmışına gelmiş biri olarak defalarca yaşadığımız bir senaryo tezgahlanıyor yine. Bedelini genç, yaşlı insanlar ödüyor, bedelini ülke ödüyor, bedelini bütün millet ödüyor, bedelini, gelecekleri çalınan çocuklarımız ve onların çocukları ödeyecek. Tıpkı 42 yıl önce başka bir alçak katil, Mehmet Ali Ağca gibi, Onur Gencer de kendi başıma planlayıp yaptım diyor. Aynı film başka oyuncularla yeniden çekiliyor.
Arınmamız lazım. Yağmur gibi yağan kötülüğün, pisliğin üzerimize yapışmayacağı bir ülke yaratmalıyız. 21. yüzyıldayız. Daha ne kadar, "Bölünürüz" öcüsüyle korkutularak yaşayacak bu ülke insanı? Daha ne kadar varını yoğunu silaha yatıracak? Daha ne kadar kardeşlerini düşman bilecek? Ülkeyi yönetmeye soyunmuş siyasi aktörler daha ne kadar nefret dilinin ekmeğini yiyecek? Daha ne kadar korku ikliminden oy devşirilecek?
Shakespeare, Markus Antonius'un ağzından şöyle seslenir insanlığa: "İnsanın ettiği kötülük yaşar ardından." İşlenen cinayetlerin görgü tanığıyız. Masum insanların katillerini, azmettirenleri, koruyanları, nikahlarında şahitlik yapanları, cenazelerine gidenleri tarih unutmayacak, tarihin kara sayfalarında ilelebet kalacaklar.