O kadar iyi hatırlıyorum ki… 1974 yılının kışa yakın bir sonbahar ayıydı. Havalar soğumuştu. Küçük bedenim üşüyordu sürekli. Okulun içi sıcaktı oysa. Acının üşümesiydi. Ortaokul birinci sınıftaydım, ablamın ölümü üzerinden bir yıldan biraz fazla geçmişti. Onun iyi bir yerlerde olduğunu, mutlu olduğunu düşünmek istiyordum. Ölümü kavrayacak yaşta değildim ama anlamak, bilmek hiç değilse kuvvetle inanmak istiyordum, günahsız birinin öldükten sonra sonsuzluğa kadar iyi olacağına. Kuran-ı Kerim'i okumaya karar vermiştim. Hafta sonu Cağaloğlu yokuşundan Sirkeci'ye trene doğru giderken kitapçılara bakıyordum. Farklı Kuran çevirileri vardı. Bir akşamüstü son dersten sonra din bilgisi hocamız Ahmet Bey'e, "Hocam Kuran'ı okumak istiyorum, bana hangi tercümeyi önerirsiniz" dedim. Suratıma inen tokadın fiziksel acısından çok manevi acısı ruhuma işledi ve kaldı. "Kuran'ın tercümesi olmaz meali olur" dedi, attığı tokadın arkasından.
Sonraki hayatımın elli yıla yaklaşan kısmında, o din öğretmeni gibi din adamlarına rastladım. Nobran, korkunç suratlı, kin ve nefret dolu. Tam tersi din adamlarına da. Hoşgörülü, şefkatli, aydınlık yüzlü. Türkan Saylan'la birlikte Elazığ da ziyaret ettiğimiz müftüyü hatırlıyorum mesela. Ya da yurtdışında, uluslararası bir toplantıda ilk kez yapacağım bir konuşmada kullanmak üzere sevgili İstanbul'umun yükseklerden bir fotoğrafını çekmek istemiştim. Süleymaniye Camii'nin minaresine çıkmaya kalktığımda yasak demişti bir görevli. Konuşmayı duyan caminin imamı, bizle sohbet etmiş ve kapıları açtırmıştı. Böyle bir güzel bir amaç için Süleymaniye'nin minaresinden daha mübarek yer mi olur diyerek.
Geçtiğimiz cuma günü, Ayasofya'da minbere çıkan adamın kılıç tutan eli, elli yıl önce bana tokat atan adamın elini hatırlattı. Merhametten değil de, kindarlıktan beslenen bir din adamı. Hoşgörüye, şefkate, sabra değil, güce, iktidara, şatafata yakın duran bir diyanet işleri başkanı. Bugüne kadar yapıp ettiklerine bakıldığında tam da, kendinden beklendiği gibi konuştu. Her ne kadar tevil etmeye çalışsa da, Ayasofya'yla, 24 Temmuz'la, sembollerle mesaj vermek isteyenlerin kervanında olduğunun altını çizerek ülkenin kurucu babasına lanet okudu. Mesajı buydu, biz de onu vermek istediği şekilde anladık (Tescilli Atatürk düşmanı, fesli Kadir'i ziyaret ederek benzer mesajı daha önce de vermişti zaten).
Elbette bu tavrı ülkede infial uyandırdı. Kendisi de, Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Hakan'a bir yazı gönderip konuya açıklık getirmek istemiş. Ahmet Hakan da "Bu tartışmayı sürdürmek tabii ki mümkün. Ama tartışmayı sürdürürken Prof. Ali Erbaş'ın yaptığı bu son açıklamayı dikkate almak şart" demiş.
Öyleyse alalım:
Genel olarak vakfiyelerin sonu, vakıfın bedduasıyla biter.
"Bu vakfımı kimler amacı dışında kullanırsa Allah'ın, meleklerin, peygamberlerin, tüm Müslümanların laneti onların üzerine olsun" şeklinde.
Ben de hutbede buna atıfta bulundum.
Sadece Ayasofya'yı değil tüm vakıf mallarını kastettim.
Velhasıl bizim millet olarak vakıf mallarını koruma konusunda çok titiz olmamız gerekir. Bunu sağlamanın tek yolu kanunlarla korkutarak olmamalı. Farklı yollarla vicdanlar harekete geçirilmeli ve inanç ilkeleri de devreye sokulmalı.
Diyanet İşleri Başkanı olarak bunu Müslümanlara hatırlatmak benim görevim. Ben görevimi yapıyorum.
Bizim inancımızda vakıfın (vakfedenin) vasiyeti nass hükmündedir. Ona uymak gerekir.
Neresinden tutsan elinizde kalacak, takiyyenin zirve yaptığı, samimiyetten uzak cümleler.
Türkiyede, dini hassasiyetleri öne çıkmış kimselerce kurulmuş bir çok vakfın erdemden ziyade, ticarete, şecaatten, fazilettense, nefsi doyurmaya, sefahate yakın durduğunu kendisi bilmez mi? Bu vakıflarda yaşanan rezilliklerle ilgili bir beyanatı oldu mu Diyanet İşleri Başkanı olarak Ali Bey'in? İktidar ehli tarafından kurulan, amacı dışında kullanılan vakıflarla, bu vakıflara yurt dışından, yurt içinden yapılan kaynağı ve amacı soru işaretleri taşıyan bağışlarla ilgili bir laf etti mi peki?
Atatürk'ün mirasının parça parça edildiği, kalanına göz dikildiği bir dönemde, beyfendinin ağzından tek sözcük duyduk mu bu durumla ilgili. Duymadık, duymayız da. Atatürk'ün mirasında belirttiği İş Bankası hisseleri yakın zamanda gündeme geldi, tekrar gelecektir de, o zaman da cesaretle ortaya atılıp nass hükmündedir, yapamazsınız diyebilecek mi? ‘Halep orda, arşın burda' göreceğiz.
Atatürk 82 sene önce vefat etti. Vefat eden insanlara dua edilir, beddua değil. Geçen geçmiştir, Allah Teala da "tilke ümmetin kad halet, lehâ mâ kesebet ve leküm mâ kesebtüm" (Onlar gelip geçen bir ümmettiler. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız sizedir. Siz onların yaptıklarından sorumlu değilsiniz) (Bakara 141) ayetiyle bizi uyarmaktadır.
Biz geçmişe takılmadan geleceğe bakmalıyız.
Burada artık kendini tutamıyor Sayın Erbaş. Takiyyeyi falan bir kenara bırakıyor. Bakara suresinden bir ayeti örnek gösteriyor Mustafa Kemal Atatürk'e karşı hissettiklerini ortaya koymak için. Atatürk 82 yıl önce vefat etti, gelip geçti, biz onun yaptıklarından sorumlu değiliz" diyor açıkça. ‘Onların kazandıkları kendine, sizin kazandıklarınız size' cümlesi de var. Beyfendi, sizler onların kazandığı vatan toprağı üzerinde oturuyorsunuz ve kazandıklarını da ailesine değil milletine bırakmış bir cumhurbaşkanından söz ediyoruz. Sizin kazandıklarınızı biz bilemiyoruz tabii.
Geçmişe takılmadan geleceğe bakmalıymışız bir de. Biz mi geçmişe takıldık, siz mi geçmişten kendinizi kurtaramıyorsunuz? Osmanlı da Osmanlı diye bağırıp çağırıyorsunuz. Elde kılıç minberde şov yapıyorsunuz. Ayıptır. Bakın lanet okuduğunuz Mustafa Kemal, sizin gibi Osmanlı hayalleriyle yatıp kalkan biri değildi. Osmanlı İmparatorluğu'nun bekası için onlarca cephede savaşmış, hayatını ortaya koymuş, Osmanlı Veliaht'ı Vahdettin'le seyahat arkadaşlığı yapmış, padişahken istişarede bulunmuş bir Osmanlı paşasıydı ve işgal edilmiş İstanbul'u, Ayasofyayı da, sizin şovmen kılıcınız değil, onun yurtsever kılıcı kurtarmıştır. Yani illa bir kılıç hakkından söz edilecekse, Ayasofya üzerindeki kılıç hakkı, Gazi Mustafa Kemal ve arkadaşlarına aittir ama onlar kılıçla gösteri yapmamış "yurtta barış dünyada barış" diyerek kılıcı bırakmayı bilmişlerdir. Ali Bey ve ‘kızım sana söylüyorum gelinim sen anla' arkadaşlar, bir ülkenin kurucusuna lanet okumak hayır getirmez.
Ali Bey, "vefat eden insanlara dua edilir beddua değil" demişsiniz ya. Onla ilgili de şöyle bir sosyal medyada dolaştım. Herhalde hiçbir din adamına, hiç bir diyanet işleri başkanına nasip olmayacak ölçüde beddua almışsınız. Uzun yıllar kırılamayacak bir beddua alma rekoruna şimdiden sahip olmuşsunuz. Allah yardımcınız olsun.
Siz Bakara suresinden örnek vermişsiniz ben de Maun suresinden örnek vereyim. Maun 4-7. Ayetler (Başında bulunduğunuz Diyanet İşleri Başkanlığı'nın Kur'an-ı Kerim isimli sitesinden aldım)
(4) Vay haline o namaz kılanların ki, (5) Onlar namazlarının özünden uzaktırlar, (6) ONLAR HALKA GÖSTERİŞ YAPARLAR, (7) Hayra da engel olurlar.
Ayetlerin yine aynı sitedeki uzun tefsirinde de şöyle bir cümle geçiyor:
6. ayette geçen riyâ özellikle dini davranışlarla ilgili bir terim olup "Bir kimsenin kendisinde bulunmayan dini ve ahlaki bir meziyeti, bir erdemi varmış gibi göstermesi, iyilik yapıyormuş gibi görünmesine rağmen - iyiliğin din ve ahlaktaki karşılığından öte - maddi veya manevi bir çıkar amaçlaması…"
Ali Bey, yazımı başlığı da hatırlatarak, sizin Mevlana'dan aktardığınız sözlerle bitireyim:
"Kötü kişiden kötü sözler, iyi kişiden ise iyi sözler sadır olur."*
*İyi ve Kötü Kavramları Üzerine, Prof Dr Ali Erbaş - Diyanet Aylık Dergi, Sayı 202, Ekim 2007