1995-96 yılları arasında Amerika Birleşik Devletleri'nin Arizona eyaletinin Phoenix şehrinde beyin cerrahisinde üst ihtisas yaptım. Dünyanın en iyi beyin cerrahisi kliniklerinden birisi oradadır. Yoğun çalışıyorum. Normalde de pek televizyon seyretmem ama küçük bir tane aldım. Amacım haberleri izlemek, dünyada neler olup bitiyor, belki memleketle ilgili bir şeyler de duyarım diye haber saatinde geçiyorum karşısına. O zaman internet bugünkü kullanım düzeyinde değil, akıllı telefonlar da yok. Haberler başlıyor ve şöyle sürüyor. Flagstaff'dan havalanıp Tucson'a gitmekte olan bir uçak kayboldu; kestirme olması için bahçesinden geçip evine gitmekte olan komşusunun çocuğunu hırsız sanıp tüfekle vurdu; Arizona Şerifi Joe, azılı mahkumlar için pembe iç çamaşırı hazırlattı, bundan sonra poposunda şerifin imzası olan çamaşırları giyecekler.
Olay hep Arizona'da geçiyor, New York'a bile uzanamıyoruz, nerde bizim memleket. Yine o günlerde bir mağazadan kravat almam gerekti, bir toplantıya katılacağım, ciddi görünmek lazım. Kasada sıradayım. Önümdeki kadın kredi kartını uzattı, kasadaki genç hanım da sanırım kredi kartını değişik buldu, kimliğini istedi. Önümdeki müşteri, çantasından pasaportunu çıkartıp verdi. Pasaporta uzun uzun bakan kasiyer "siz neredenseniz" diye sordu. Kadın da "Fransa" diye yanıt verdi. Kasiyer Hanım biraz düşündükten sonra, hafif bir tebessümle, "Fransa orta batı eyaletlerimizden biriydi değil mi" demez mi?
Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşayan insanların büyük çoğunluğu için dünya kasabaları, fazla fazla kendi eyaletleri; çoğu ötesiyle ne ilgilenir ne de bir önemi vardır kendileri için. İçlerine kapalı yaşarlar. Hollywood klişelerinden biridir; genç yaşta kasabayı terkeden ve yıllar sonra, kasabadan tek dışarı giden insan olarak geri dönen kadın ya da adamın öyküsü. Biz ülkemizde biraz daha ilgiliyiz dünyayla diye düşünüyorum. En azından futbol tutkunu bir millet olarak mesela Andorra diye bir ülkenin varlığından haberdar olabiliyoruz ya da İzlanda milli marşını ıslıkladığımızda, adamların nerden geldiği hakkında da az buçuk bilgi ediniyoruz, veya büyük takımlarımızdan birine Fildişi Sahilleri'nden bir futbolcu transfer olduğunda o memleketi merak edip Instagram'dan fotoğraflarına bakanlar olabiliyor. Ya da etrafımızdaki savaşlar dolayısıyla saatlerce ahkam kesiyor birileri ve onları izleyenlerde, Sykes-Picot antlaşmasıydı, Sevr'di, Lozan'dı derken coğrafyayı gözden geçirmiş oluyorlar.
Dünyayla ilişkimiz genelde bu düzeyde. Yani atlastaki siyasi harita kısmı düzeyinde. Oysa burası bir gezegen. Samanyolu galaksisinde, Güneş isimli yıldızın sistemindeki bir gezegende yaşıyoruz. İstanbul'la bir analoji kurarsak, galaksinin merkezini Taksim gibi düşündüğümüzde, bizim yıldız sistemimiz Gebze taraflarında galaksimizin. Güneş sistemimizde bizden başka 7 tane daha gezegen var. Bizim zayıf eğitim sistemimizde liseyi bitiren kaç genç bu gezegenlerin tamamını sayar acaba?(Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jupiter, Satürn, Uranüs, Neptün). Ben ilkokuldayken güneş sistemimizde bugünkü gibi sekiz değil dokuz gezegen vardı. Şimdi sekiz normal, bir kısım da cüce gezegen durumu söz konusu (Ceres, Pluto, Eris gibi. Yeni sınıflama öneren bir grup astronomun önerileri kabul görürse, güneş sisteminde 100 civarında gezegen olabilecek).
Bir gün baktık ki dokuzuncu gezegenimiz Pluto, tenzili rütbeyle cüce gezegen ilan edilmiş. Bu durum astronomi ile ilgili bilim insanlarını birbirine düşürmüş durumda. Astrologların bu konudaki yaklaşımlarını hiç bilmiyorum. Mesela Merkür retrosunun başlaması ya da Venüs'ün burcunuza girmesi gibi durumlardan söz ederken Pluto'nun birden KHK'yla atılırcasına güneş sisteminden çıkartılması durumunda ne oluyordur burçlar dünyasında, burç haritalarının gizemli hesaplamalarında? Beni aşar bu mevzular.
Pluto mitolojide yeraltı dünyasının tanrısıdır. 1905 de Percival Lowell Neptün ve Uranüs'ün ötesinde bir gezegenin izlerini yakalamış, 1930 yılında da güneş sisteminin dokuzuncu gezegeni olarak 23 yaşındaki Clyde Tombaugh tarafından keşfedilmiş. Gezegenin adı 11 yaşındaki bir İngiliz ilkokul öğrencisi olan Venetia Burney tarafından konmuş. 1970 lerde ilkokulda okuyan bendeniz gibi milyonlarca insan da 9 gezegenli bir güneş sistemini benimsedik.
1992 yılına kadar aslanlar gibi güneş sisteminin bir gezegeni payesiyle ekseninde dönüp duran Pluto, bu tarihte Neptün'ün ötesinde halkasal bir kuşak üzerinde (Kuiper kuşağı) yer alan kütlelerden biri olarak tanımlanınca, bazı astronomlar Pluto'nun statüsünü sorgulamaya başladılar. Bir de bunun üzerine 2005 de Eris keşfedilmesin mi? Aynı kuşak üzerinde yer alan çapı daha küçük olmakla birlikte kütlesi Pluto'dan yüzde 27 daha büyük bir gökcismi.
Amerikalı bir astronom olan, biraz da Eris'i kendi keşfettiği için Uluslararası Astronomi Birliğini bu konuda bir karar almaya zorlayan (2006 genel kurul kararı) bilim insanlarından Michael Brown, kendi istediği yönde bir karar çıkmasından sonra bir de utanmadan "Pluto'yu Nasıl Öldürdüm" diye bir kitap yazmış. Şu anda Pluto bir alt rütbeye atansa da benim gibi plutoseverler bu durumu içlerine sindirebilmiş değil. Netice de bir toplantıda bir kaç oy fazla çıktı diye, yıllarca bağrımıza bastığımız bu küçük gezegen kardeşimizi ortada bıracak değiliz, diyenler az değil. Üstelik 2016 da Pluto'nun aylarından biri olan Charon'da yaşamın temeli olabilecek organik bileşikler saptanmışken.
Bu çorba daha çok su kaldırır ama benden söylemesi, üzerinde koskoca bir kalp resmi olan Pluto benim de dahil olduğum bir grup romantik gezegenci için, hep, bir ilkokul şarkısında özlemle andığımız köy kadar değerli olacak. "Orda bir gezegen var uzakta, gitmesek de, görmesek de, o gezegen bizim gezegenimizdir."