"Hepsi yalan biliyor musun?"
"Neyin hepsi yalan?"
"Aşka dair yazılanların..."
Ben uyku mahmurluğuyla, geceyi üstümden çıkarıp kirli sepetine atmaya uğraşırken başlamıştı bombardımana.
"Bunları yazanlar, bu romanları, şiirleri, aslında bir b.k yaşamamışlar, oturup bir odadan çıkmadan, Marcel Proust gibi hayal edip yazmış çoğu. Bir yaşanmışlık yok, gerçek duygular yok. Şiirler desen göz boyamak, kandırmak için yazılmış."
Kim bilir ne oldu da sallıyor. Biraz çatlak olduğunu biliyorum ama, daha kargalar kahvaltı etmeden ne okudu acaba, ya da gece sarhoş kafa bir şeyler dedim de ona mı takıldı, anlamadım ki, hatırlamaya çalışıyorum ama aklıma bir şey gelmiyor.
"Sabah sabah adam aşkı yazmış, kadın da başka yerinden tutmuş. Kardeşim biz haber okumak için açıyoruz sizin uygulamayı. Maşallah memleket elden gidiyor, hepsi aşk uzmanı olmuş. O kitapta bunu demiş, bu kitapta şöyle anlatmış aşkı. Yok bu filmde gerçek aşk varmış, yok sevgilisini kaybetmiş, yanında olmasını istermiş, kulaklıklarını takmış da Pink Floyd'un şarkısı çıkmış karşısına…"
Böyle olmayacaktı. Bu şekilde başladı mı, Anna Karenina'dan girer, Cemal Süreya'dan çıkar, hepsini keser doğrar, ben daha ne olduğunu anlamadan mitralyöz gibi tarardı. Sonra da alır eline bir kitap, divana geçer, sessizliğe bürünürdü. Doğrudan saldırıya geçtim. Uyku mahmurluğu, gecenin yorgunluğu, çamaşır makinasındaydı çoktan. Cin gibi olmuştum.
"Tam tersini düşünüyorum. Gerçek aşk yalnız satırlarda, sayfalarda var. Aşk ancak kurgulandığı zaman güzel. O zaman, saf, duru. Gerçek hayatta adam kadını yatağa atmaya çalışıyor, kadın erkeği hayatına bağlamaya. Ya sonra... Hedefler tutturulduktan sonra. Her hafta, bitmiş bir hikâyeye yeni paragraf başı yapmakla geçiyor. Senin yaşanmışlık dediğin, gerçek duygu dediğin salataya sos olmaz. "
Lafı çakmıştım. Şimdi düşünecek, "gerçek duygu dediğin salataya sos olmaz"la ne kastetti bu diye. Tartışacaksak mutlaka alengirli iki laf ederim. Kafası bilgisayar gibi çalıştığından; "ne var ne yok" diye soru sorulan süper bilgisayarın çökmesi gibi olur. Amaç beynini fazlaca çalıştırıp esas konunun dışına çıkartmak.
"Nasıl da küçümsüyorsun kanlı canlı hayatı. Bir köşebaşında sevgiliyi beklemenin heyecanını. Ordan elele tutuşup yürümeyi. Tensel yaşantıları. Birbirinin gözlerinin içine bakmayı, sevgilinin ayağını okşamayı usul usul. İlla öyle saçma bir benzetme yapacaksan senin salataya sos olmaz dediğin şeyler salatanın kendisi zaten."
Anlaşılan bu meseleden uzaklaşmayacaktı. Gece onu bu hale getirecek bir konu konuşulmamıştı, iyice hatırladım şimdi. Birkaç kadeh şarap içmiştik ve içinde bol bol "Ciao Bella" çalan o soygun dizisine takılmıştık. Gerçi orada da aşk sahneleri vardı ama, ı-ıh, bu ateşli konuşmanın nedeni o değildi. Cep telefonumda her sabah okuduğu T24 haber sitesine baktım. Sevdiği, yazılarını takip ettiği yazar, bir aşk öyküsü yazmıştı bu sabah. Başka yazarlarda da arz-ı endam etmişti aşk. Hızlıca okudum öyküyü. Farketti tabii okuduğumu.
"Okudun dii mi, adam aşk anlatıyor. Mümkün geçmiş ve mümkün geleceklerinden en saf aşkını çıkartmış da, ona tam kavuşacakken meğerse farklı yöne giden trenlere binmişler de, tinerci çocuklar kalbini jiletlemişler Haliçte de falan filan. İri iri metaforlar. Adam olsaydın da aşkını yaşasaydın doğru düzgün, tüketmeseydin."
"Bu tren istasyonunda beklenen, ama gelmeyen aşık meselesini de, Casablanca filmi soktu hayatımıza. Onun versiyonlarını kopyalıyorlar kendilerince. Gördüğün gibi hayat yine sanattan aşırıyor. Sana söylüyorum. İnsanlar romanlarda okuduklarını, filmlerde gördüklerini yaşamaya çalışıyorlar. En gerçek aşk oralarda çünkü. Onu taklit etmeye çalışıyorlar. Ben çok sevdim öyküyü. İstanbul, yağmur, aşk, aşk acısı, sanki hayatlarımızın aksi sedası."
"Kendinle çelişiyorsun, insanların yaşadıkları diye söylediğin şey de kurgulanmış bir öykü. İstasyon sahnesini Casablanca filminden alıp da, kendi hayatında var etmeye çalışmıyor ki. Filmden alıp kendi öyküsünde kullanıyor. Postmodern entrikalar. Bak senin yanına geldim. Elini tutuyorum. Güneş az önce denizin üzerinde kızıl bir top gibiydi. Şimdi soldu. İnce bir yağmur başladı. Pencereyi açsak mis gibi toprak kokacak. Gerçek bu, hayat bu. Kan damarlarımızda akıyor, satırlarda, satır aralarında değil."
Peki ya biz de kurgulanmış bir öyküysek Fikret? Ya birisi bizi, ayaklarını yeşil bir pufa uzatıp, yeşil bir koltuğun üzerinde, bir sabahın alacasında dizüstü bilgisayarında yazdıysa. Ya bizi okuyanların gözlerinde, imgeleminde varoluyorsak şu anda. Ya ben Leyla, sen Fikret değilsen. Ya oturduğu yerde yazarken uydurduysa adlarımızı. Ya bir resim gibi çiziyorsa hayatımızı, ya biz sadece bir kısa öyküysek. Ya biteceksek iki satır sonra. Ya bizi okuyanlar, yazanın hesabına iki beğeni atıp unutacaklarsa bizi.
Durdu, bana baktı. Sanki az sonra yok olacaktı, sanki geri silme tuşuna basılmıştı. Harfler, sözcükler, hayatımız silinmeye başladı.
Durdu bana baktı. Sanki az sonra yok olacaktı, sanki geri silm.........................