Küçük bir yağmur yağmış, etraf mis gibi toprak kokmuştu. Bir an yolumu kaybettiğimi sandım. Çünkü sola saptıktan sonra, uzun yol boyunca yürüyeceğimi ve yol çatallanıp sağa doğru kıvrılırken, benim çatalın öbür tarafına gitmem gerektiğini söylemişti boyacı çocuk. Aslında çocuk yol tarifini net olarak yapmıştı ve bu işte bir tuhaflık olduğunu o zaman sezmeliydim. Çünkü çocuk buralı değildi, muhtemelen benim konuştuğum dili de bilmiyordu, ama ben şu anda, yol tarifini bana hangi dilde yaptığını hatırlamıyorum. O zaman garipsememiştim ve söylediğim gibi tarif de oldukça netti. Ben de aynen dediği gibi yapmıştım. Önce sola sapmış sonra uzun yol boyunca yürümüştüm. Evet itiraf etmeliyim ki, iki küçük mola vermiştim.
İlki fırını geçtikten hemen sonraydı. Sanırım 10 - 15 metre sonra, arkadan gelen koku beni kıskıvrak yakalamış ve geri dönmüştüm. Fırına girdiğimde -fırın da alıştığımız fırınlara benzemiyordu ya- kısa boylu bir kadın -kadın çok kısaydı, bir cüce olmalıydı- arka kısmında kor ateşlerin olduğu bir ağızdan -adeta minyatür bir mağaraydı- yamuk şeklindeki simitleri çıkartıyordu. Dehşetli sıcak simiti, bir kazanda kaynamış sıcak kaşarın içine daldırıyor ve hemen çıkarıp soğuk hava üfleyen bir borunun önünde tutuyordu. Koku olmasa manzara acayip gerçeküstüydü, ama koku dayanılmazdı. Ağzımın suları akmaya başlamıştı, yutkunup duruyordum. Bir tane rica ettim. Cüce kadın bana baktı, baktı, baktı. Sanki benim simiti yemeye hakkım olup olmadığını ölçüyordu. Sonunda bana camekandan küçük bir ponçik verdi ve gülümsedi. Her şey o kadar garipti ki yamuk şeklindeki kaşarlı simiti neden yiyemediğimi soramadım. İçi ayva reçeliyle dolu -öyle olmalıydı- ponçik elimde, dışarı çıktım. Üzerindeki pudra şekerlerini işaret parmağımla kazıdım. Kısa bir tereddüt geçirdim. Hangi yöne gitmem gerektiğine dair kararım, ponçikten iri bir ısırık sonrası netleşti. Sola dönüp devam ettim. En sonunda, acaba o zaman yanlış yöne mi sapmıştım diye düşünmedim değil. Ama hayır, doğru yoldaydım.
İkinci molam bir kitapçı dükkanıydı ve yolun karşısındaydı. Bu kez kitapçıdan çıkınca sağa döneceğime karar vererek girdim içeriye. Görsel ya da belleksel bir yanılgıydı herhalde. Fırındaki cüce kadın, kitapçıda da arzı endam etmişti. Bu sefer içinde ateş olan mağara ağzından simitleri çıkartmıyor, raflara kitapları yerleştiriyordu. Kitaplar da alıştığımız biçimlerinde değildi, yamuk prizma şeklindeydiler. Belli ki, kitap yeni yayımlanmıştı, raflar ve ortadaki masa hep aynı kitapla doluydu. Hatta başka kitap yoktu kitapçıda, üzeri yazısız krem renkli kapağı olan yamuk kitaplardan başka.
Cüce kadın bana baktı, gülümsedi. Bir tane kitap istedim. Yine aynı şey oldu, beni uzun uzun süzdükten sonra, bir kitap alıp uzattı. Yamuk , üzeri yazısız krem rengi kitaplardan değildi. Yeşil deri ciltli bir el kitabıydı, üzerinde de Moby Dick yazıyordu. Kitabı alıp kapıdan çıktım ve aynı anda küçük bir tereddüt yaşadım. Kitapçının iki kapısı mı vardı acaba? Bütün o üzeri yazısız, krem renkli yamuk kitaplar beni şaşırtmış ve öbür kapıdan mı çıkmıştım. Emin olamasam da başta karar verdiğim gibi sağa döndüm.
Şelalenin tepesine gelmiş bir kayıkta gibiydim ve sonrası çok hızlı gelişti. Bir elimde içinde ayva reçeli olan ponçik, öbüründe Moby Dick hızla yürümeye başladım. Birazdan yol, sağa doğru kıvrılırken çatallanacak ve ben sola doğru devam edecektim. Kabul ediyorum bir an durakladım, ponçikten bir ısırık daha alıp, Moby Dick'den bir bölümü rastgele açtım. 15'inci bölüm olacağı belliydi. Bölüm başlığı, "Balık Çorbası" olan... Gözlerimin takıldığı satırlarda okuduğum cümleler şunlardı: "Ama, bize bu hanın yerini anlatırken, sancakta sarı bir depo göreceksiniz, iskele tarafındaki beyaz kiliseye kadar yürüyeceksiniz. Bir köşede, gene biraz sancak tarafına sapınca orada karşınıza çıkan ilk adama hanı soracaksınız." demişti.
İş baya ilginç bir hâl alıyordu. Çünkü burnuma balık çorbası kokuları gelmeye başlamıştı, ne var ki tarifte söz edilen, iskele sancak dönüşleri kafamı karıştırır gibi olmuştu. Yine kısa bir tereddüt, ponçikten küçük bir ısırık ve 15'inci bölümden de bir kaç satır daha: "Bu Çömlekçi Han, gerçekten balıklı yerlerin en balıklısıydı ve adına da tam uyuyordu. Çünkü burada çömlekler dolusu balık çorbası kaynıyordu. Kahvaltıda balık çorbası, öğle yemeğinde balık çorbası, akşam yemeğinde balık çorbası."
İşte o an kesin olarak anladım, yolumu kaybetmemiştim hatta istesem de kaybedemezdim, başka yere de gidemezdim. Geri dönmeyi, hızlı adımlarla, hatta koşarak oradan uzaklaşmayı aklımdan geçirdim. Nafile bir çaba olacaktı. Ne yana dönsem, sonunda yolum buraya düşecekti. Ben gözlerimi kaçırmaya çalışıyordum. Tuhaf bir mücadeleydi, kitaptaki satırlar zorla gözüme giriyordu sanki. 15'inci bölümü hızlıca okuyup bitirsem kurtulabilir miydim acaba? "Balina seferine çıkmak için ayak bastığım ilk limandaki hancının adı Coffin, yani tabut. Balinacılar kilisesinde mezar taşları dikildi karşıma, burada da bir dar ağacı. Üstelik de iki kocaman kara çömlek. Sakın cehennem kazanlarına alamet olmasın bu çömlekler." "Bunları düşünürken, yüzü çilli, sarı saçlı, sarılar giymiş bir kadın gördüm." Yok yok bunları ben yazmadım, Moby Dick 15'inci bölümden.
İşler iyice karıştı ama, hiç önemi yok. Her şey olacağına varır. Nitekim önce fırında sonra da kitapçıda gördüğüm cüce kadın, çilli yüzü, sarı saçları ve sarı entarisiyle sokağın köşesinde belirdi, yüzünde hep aynı müstehzi gülümsemeyle. Ben de ona gülümsedim aynı istihzayla. Ponçiğin son parçasını ağzıma attım ve hatırladım. Yıllar önce Nantucket adasına giderken yolda, Marta's Vineyard'da, Blackdog isimli uskunada rastladığım tüm vücudu dövme kaplı Polonezyalı yerliyi. "Azrail, sarı elbiseli, sarı saçlı, yüzü çilli, cüce bir kadındır, küçük bir yağmurdan sonra çıkacak karşına" demişti, "Sakın yolları karıştırdım diye hayıflanma, eninde , sonunda bütün yollar Çömlekçi Han'da nihayet bulur."
15'inci bölümü bitirdim, son cümle şuydu: "Sabah kahvaltısına, tarak mı morina mı istersiniz baylar?" Çantamdan kulaklığımı çıkardım, müzik listemden Agnello Corelli'nin, Santa Beatrice d'Este için bestelediği senfoninin ilk parçasını seçtim, Grave, ister çok yavaş, ister mezar olarak anlayın. Birazdan başıma gelecek olan şey için doğru müzikti. Cüce kadına doğru yürüdüm. Rahatlığıma biraz şaşırmış gibiydi. Eğildim ve hayatımdaki son cümleyi fısıldadım kulağına: "Hem tarak, hem morina" dedim. "Değişiklik olsun diye de birkaç tuzlu sardalye."
Herkes beynimde bir damar baloncuğu patladı zannediyor, oysa ki ben böyle öldüm.