Hep bir yelkenli teknem olsun istemiştim. Eğer zengin bir ailenin çocuğu olarak doğmadıysanız böyle bir hayali gerçekleştirebilmek için yıllarca çalışmanız gerekir. Tıbbiyeyi bitirdikten yaklaşık 30 yıl sonra bu imkâna sahip olmuştum. Teknenin ahşap olması ve bir Türk tasarımcının elinden çıkması gibi ön koşullarım vardı. Epey uzun bir maceradan sonra tekne bitti. Bir limana kaydedilmesi ve bayrak çekilmesi aşamasına geldik. Tabii ki sevgili şehrim İstanbul’un limanına kaydedilecek ve Türk bayrağı çekilecekti. Ancak tam o aşamada, ödemem gereken ÖTV ve KDV’yi topladığımızda inanılmaz bir rakam çıktı. Zaten tekneyi yaptırırken biriktirdiğimiz parayı tüketmiştik bir de üstüne bu kadar para, imkânsıza yakındı. "Amerikan bayrağı çek, Dalavere (Delaware) eyaletine de kaydettir gitsin" dedi bir arkadaşım. ÖTV ve KDV ödemeden üç kuruşa iş halloluyordu bu durumda. "Teknemin kıçında Amerikan bayrağıyla İstanbul’da dolaşamam" dedim. "Malta" dedi birisi, çok sevdiğim Turgut Reis, Malta’da şehit olmuştu, mümkün değildi.
O zaman popüler olan Wellington Limanı’na kaydettirip Yeni Zelanda bayrağı çekmemi önerdi bir başkası. "Yeni Zelanda bayrağıyla Çanakkale’den nasıl geçerim" dedim ve o parayı bulup güzel bayrağımızı çektim Seyyale’nin arkasına ve İstanbul'un limanına da kaydoldu. Ege'de, Akdeniz'de dolaşırken en küçük limanlarda bile bayrağımızı ,Türk yapımı bir tekneyle oralara taşımış olduk, bayrak gösterdik.
Bu hikâyeyi neden anlattım? Ben kendimi bir vatansever olarak görürüm. Rahmetli Sadun Boro'dan aldığımız feyz ile denizlerde bayrağımızı taşımanın, vatanseverliğin bir uzantısı olduğunu biliriz. Ancak özgür milletlerin bayrağı dolaşır denizlerde. Oysa o tarihlerde kendilerini milliyetçi olarak tanımlayan kimileri, kıçlarında Amerikan bayrağı ile dolaşmakta bir beis görmüyorlardı.
Bana göre 'vatanseverlik' ile 'milliyetçilik' arasında ince gibi gözüken ama oldukça kalın bir çizgi var. Vatansever, insan ülkesini ve bu topraklar üzerinde yaşayan vatandaşlarını, ırk, din dil, mezhep farkı gözetmeksizin sever. Kendisini bir dünya vatandaşı olarak görür ve ülkesinin dünya devletleri arasında onurlu bir yere sahip olmasını ister. Bu onurlu yerinde ancak, insan haklarına, kadın ve çocuk haklarına saygı duyulan, yargının bağımsız ve herkes için eşit olduğu, demokrasinin baş tacı edildiği ve başka ülkelerle barış içinde yaşamayı düstur edinmiş bir ülke olmakla kazanılacağını bilir.
Milliyetçi için bu kavramlar bulanıktır. Dünya gezegeninin bir parçası olmayı umursamaz, kendi milletinin ve 'asil kanı'nın tüm dünyaya yeteceğini düşünür. Hem başka ülke insanına, hem de aynı topraklar üzerinde yaşayan, farklı etnik kökenden, farklı dinden, çoğunluğun dışındaki mezheplerden olan kendi vatandaşlarına kuşkuyla bakar. Her an onlardan bir hıyanet gelebileceği endişesini taşır. Yıl dönümünü yaşadığımız 6-7 Eylül olaylarında olduğu gibi komşusu olan insanlara saldırmakta, evlerini, işlerini yağmalamakta tereddüt etmez. “Türk’e Türk’ten başka dost yoktur” cümlesini şiar-ı milli olarak benimsemiştir.
Vatansever, ülkesinin ileri gitmesini ister, bunun için uğraşır, didinir. En iyi neredeyse gidip bulup öğrenmeye çalışır. Başka ülkelerdeki insanlarla iş birliği yapmaktan çekinmez. O ülkelere gittiğinde onların kültürlerini öğrenmeye çalışır, dostluklar kurar. Bilim insanı ise, bir uluslararası kongrede davetli konuşmacılar arasında ismini ve yanında 'Turkey' sözcüğünü gördüğünde gururlanır, başka ülkeden bir konuşmacı Türkiye'de yapılan bir çalışmaya atıf yapıyorsa kıvanç duyar. Sporcuysa milli olmak, bayrağımızı en tepeye çektirmek için gecesini gündüzüne katar. Yarışı kazandığında ya da karşısındakini mağlup olduğunda rakibinin elini sıkar, teselli eder. Birinci olmanın gururunu vakarla taşır. Kendi ülkesinden genç sporcuları yetiştirmeye çalışır.
Milliyetçi de ülkesinin ileri gitmesini ister. Başka ülkelere bilgi görgü edinmek için gittiğinde ama, o ülkenin insanlarıyla kaynaşmaz, oradaki Türkleri bulur, onlarla vakit geçirir. Örneğin; gittiği ülkede "Tetanoz aşınız var mı" diye sorulduğunda -ve yoksa- yapmak istediklerinde, vücuduna, ona zarar verecek bir şey enjekte edeceklerinden korkar, yaptırmamaya çalışır (bizzat şahit olduğum bir olaydır). Milli maçlarda karşı takımın milli marşı çalındığında ıslıklar, yuh çeker. 'Asil kan' edebiyatı yapar ama devşirme sporcularla kısa yoldan başarı sağlamaktan gocunmaz.
Milliyetçi için yalnızca kendi ideolojisi, kendi yandaşları, kendi lideri vardır. Bunlara yapılan eleştirilere tahammül edemez. Örneğin; başka siyasetçilere ve gazetecilere 'soysuz' dedi diye, Devlet Bahçeli’nin bu üslubunu eleştiren Şirin Payzın’a, yıllar önce vefat etmiş babasının ölüm ilanını gösterip “Suyun öbür yakasının köksüz lağımcıları, Türk’ün kökleri sizleri sardıkça kuduracaksınız” gibi düzeysiz hakaretlerle saldırabilir. Oysa Şirin Payzın, dünyanın sözüne önem verdiği, uluslararası arenada Türkiye’yi onurla temsil eden vatansever bir gazetecidir. Ona hakaret edenin ülke için yararlı ne yaptığı ise kendinden menkuldür.
Vatansever, ülkesinin geçmişini akılcı olarak ele alır. Kahramanlarına sahip çıkar, yanlış bulduğunu, o günün koşulları içinde objektif değerlendirerek eleştirir, tarihi kişiliklere hakaret etmez. Ülkesinde de , dünyada da barışı önceler. Evrensel doğrular, milli politika diye gözardı edilemez. Örneğin; vatansever, parlamenter dokunulmazlığını sonuna kadar savunur, savaş tezkeresi karşısına geldiğinde ihtiyatla yaklaşır. Bu ülkedeki farklı kültürlerin ülkeye zenginlik kattığını düşünür. Anadolu’nun bir köyünde Türk olarak dünyaya gelmenin bir coğrafi mesele olduğunu bilir, on kilometre ötedeki köyde doğsaydı Kürt olacağını da. Vatansever bir Türk için, Kürtler tehdit değildir, yüzyıllardır bilikte yaşadığımız kardeş bir halktır ve bölgemizde kalıcı barışı sağlamanın yolu da kültürlerimize karşılıklı saygı göstererek yaşamaktan geçer. Bir Türk ya da Kürt milliyetçisi için iş farklıdır. Türk milliyetçisi için Kürtlerin kahir ekseriyeti bölücüdür, PKK sempatizanıdır. Kürt milliyetçisi için de Türklerin çoğunluğu Kürtlerden nefret edip onları aşağı gören, TC Devleti’nin adamlarıdır.
Milliyetçi genelde tarihte takılıp kalır. Aradan 500 yıl geçse de İstanbul’un Fethi'ni kutlar. Istanbul’la kurduğu ilişki, fethetmekten bir adım ileri gitmez. Ülke tarihinde kendi ideolojisine yakın gördükleri; 'kahraman', uzak gördükleri; 'hain'dir. Nasıl olduğunu kimsenin hatırlamadığı, tek bir duvarının resminden ötesine pek ulaşılamayan topçu kışlasını, kendi ideolojisine yakın bir ayaklanmanın sembolü olarak değerlendirip, şehrin nefes aldığı bir parka kondurmayı, milli ve yerli bir davranış biçimi olarak sunar.
MHP'de milliyetçi olarak ortaya çıkan düşünme biçimi, CHP'de ulusalcı olarak var olur. Ulusal ve uluslararası meseleleri aynı biçimde ele alıp, farklı gibi gözüken benzer tepkileri verirler. Sol düşünce, sol parti milliyetçi olamaz, vatansever olur. 'Irk, kan milliyetçiliği'ni kabul etmez sol felsefe. Kaldı ki insanların kanını analiz ederseniz, 'safkan' olmadığını, tüm insanların birbirine karıştığını görürsünüz. Önemli olan 'iyi Türk', 'iyi Alman', 'iyi Hintli' olmak değildir. Önemli olan; 'iyi insan' olmaktır. O zaman kötü Türk’e de, kötü Alman’a da, kötü Hintli’ye de, aynı tepkiyi gösterebilirsiniz. Kötü, sizden diye iyi olmaz.
Yazıya Seyyale ile başlamıştım, Seyyale ile bitireyim. Geçtiğimiz günlerde liseden arkadaşlarımla Kuzey Ege gezisi yaptık. Çanakkale Boğazı’ndan çıkarken Şehitler Abidesi’nin önünde durduk. Teknenin kaptanı olarak bir konuşma yaptım:
“Seyyale ve mürettebatı olarak, arya bayrak yapıp*, bu topraklarda vatanımızı savunmak için şehit olmuş gençlerimizi, özellikle sevgili okulumuz İstanbul Erkek Lisesi’nden Çanakkale’ye gelip çocuk yaşta vatan savunması için hayatını veren kardeşlerimizi ve yine savaşın ne olduğunu bilmeden binlerce mil uzaktaki kendi topraklarından koparılıp burada hayatlarını kaybeden ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün sözleriyle ‘artık onlar da bizim çocuklarımız olan’ Anzak gençlerini de saygıyla, hürmetle selamlıyoruz. Dileriz ki ruhları sonsuza kadar huzur içinde kalır. Ve umuyoruz ki bundan sonra savaşlar olmasın ve bizler Şehitler Tepesi’ni, Şehitlik Abideleri'ni değil, 'Barış Abideleri'ni selamlayarak geçelim"
Gözlerimizde yaşlar, içimizde kabaran vatan sevgisiyle Bozcaada’ya doğru yol verdik Seyyale’ye...
*bayrağı yarıya kadar indirmek