Eşyaların da bir ruhu olduğuna inananlardan mısınız? Ben o tayfadan biriyim. Annemin evindeki dede yadigarı, Saray'dan gelme etrafı varaklı büyük ayna mesela. Ne zaman baksam, içinden bana bakan ben, ben değilmişim gibi gelir. Aynanın arkasındaki sırın içinde, benim suretimin arkasına saklanmış başka bir varlığı hissederim. Sürekli kayıtta olan bir kamera gibi her şeyi görüp, bilen, zamanı geldiğinde, ya da zaman bittiğinde içinden çıkıp biz ölümlülerin arasına karışacak bir ruh.
O yüzden eşyalara özenli davranırım. Yıllar önce, eski kutu koleksiyonu yapmaya başladım. Aklınıza gelecek her türlü kutu. Özellikle gizli gözleri, gizli bölmeleri olan, muzip ustaların elinden çıkma alengirli kutular. Neler bulmadım ki yıllar içinde o gizli bölmelerde. Fildişi kutulardan birinde mesela, gizli bölmede bir dizeye rastlamıştım. Belki on yıl ben de durmuş, gizli bölmesini fark edememiştim. Bir gün balkonda oynarken, günışığının son katresi minicik bir metali aydınlattı. İnce bir bizle oraya dokununca açılıverdi gizli bölme. Solmuş bej rengi bir kağıdın üzerinde ağır bir dize:
"Ey aşk, dumanı tüten gümüş sürahilerden boşaldığın zaman kalbimeYeryüzü bir kez daha intihar ediyor ejderhanın kendini kavuran alevleriyle."
Kutunun üzerine de, bir gümüş sürahi ve ejderha tasviri işlenmişti. Ne güzel bilmece. Peşine düştüm tabii. Yok daha bulamadım, ama bulacağımdan eminim. Başka bir kutuda, ya da başka bir öyküde rastlayacağım, aşık ve maşukun kimliklerine ve gümüş sürahiyle, ejderhaya.
İşte benim hayattaki eğlencem de bu. Kutuları ve içindeki sırları araştırmak. Kutularımı her yerden toplarım ama en çok Kapalıçarşı'daki Cevahir Bedesteni'nden. İçinde zaman yolculuğuna açılan gizli bir kapı olduğu yıllardır dilden dile söylenir. Eski İstanbul efsanelerinden biridir. Mamafih Cevahir Bedesteni'ne girdiğiniz zaman, bir zaman yolculuğuna çıkmış olursunuz zaten. Kapalıçarşı'nın etrafında şekillendiği iki yapıdan biridir Cevahir Bedesteni ve Bizans zamanından kalma bir yapı olduğunu iddia eden müellifler vardır. Cevahir Bedesteni iki yüzlüdür. Vitrinlere baktığınızda gümüş takılar, envai çeşit mücevherat, satranç taşları, saatler, kutular, daha neler neler. Öteki yüzü dükkanların kuytusundadır. Esrarengiz dükkan sahiplerinin, sır dolu bakışlarındadır. Gizemli küçük eşyalardan yükselen bir buhur vardır, bakmasını ya da koklamasını bilen keşfeder. Eşyalar sizle konuşur.
Geçen gün Çemberlitaş'ta şiddetli yağmura yakalandım. Koşarak kendimi Kapalıçarşı'ya attım Nuruosmaniye Kapısından. Hemen Cevahir Bedesteni'nin yolunu tuttum. Gözlük camlarımda yağmur damlaları, yamalı görüntüler. Döviz borsasının olduğu daracık sokakta dolar, euro kurlarını belirleyen satıcılar. İnsan karmaşası. İçeri girince az ilerleyip sağa saptım. Dünyayı hala parçalı bulutlu görüyorum. Köşedeki dükkanın vitrininden ahşap kutu bana bakıyor. Kapağında ince bir mermer tabaka. Mermerin üzerine, dalgalı bir denizde uzaklara doğru yelken açmış bir tekne resmedilmiş. Bir dakika bile düşünmedim tabii. Orada beni bekliyordu ve emindim, içinde bir giz saklıydı.
Evde küçük masamın üzerine koydum. Yağmur sonrası güneşinin düşürdüğü loş ışıkta uzun uzun baktım kutuya. Sonra hiç düşünmeden küçük ayaklarından birini kendi etrafında döndürdüm. Artık eşyanın ruhu dile gelmişti. Küçük bir bölme dışarı çıktı. Dörde katlanmış bir kağıt. Üzerinde bir yüzük resmi ve yüzüğün öyküsü. Zarif bir bordür üzerinde sır dolu bir elmas taş. İskoçya'da başlayan hikaye… Yüzüğü sevdiğine ulaştıramadan denize açılan ve kuzey kutbundan bir daha dönmeyen adama dair bir kaç cümle… Sonra yüzüğün tekrardan İspanya iç savaşında ortaya çıkması. Cumhuriyetçilerin saflarında hemşirelik yapan sevgiliye yüzüğün verileceği gün, kadının vurulması… Orient Express'le İstanbul'a gelmesi… Belli ki yüzüğün bir kaderi var, beklediği biri var.
Bir başka gizli bölme daha olmalıydı, belki de yüzük kutunun içinde başka bir yere gizlenmişti. İlki kadar kolay olmadı sonraki gizli bölmeye ulaşmak. Kutunun diğer ayakları sabitti. Ama ben de kutular ve gizli bölmeler ustasıydım. Kutunun ön yüzündeki minik kaplama tahtalarından birini yana doğru kaydırınca küçük bir kağıt parçası çıktı. Üzerinde romen rakamıyla MMXXI yazıyordu. Yani on yıl sonrasının tarihi. Cevahir Bedesteni'ne geri dönmeliydim ve zaman tüneline açılan kapıyı bulmalıydım. Kapının planı da kutuda olmalıydı.
Ayaklı pertavsızımla ince mermer tabakanın üzerindeki resmi uzun uzun inceledim. Haklıydım, uzaklara doğru açılan yelkenlinin üzerinde bir plan vardı. Yelkenlinin ayrıldığı sahilde, derin, ince uzun bir koy ve koyun kıyısında bir işaret. Bilmece çözülmüştü. Halicin kıyısındaki, yıkık Bizans binasına gidecektim. Yıllardır önünden geçerim. Eski Bizans surlarının iki giriş kapısı arasında, sahilden az içerlek bir yerdedir. Havanın kararmasını bekledim. Kalbim deli gibi çarpıyor. Tinerci çocuklar binanın etrafında. Üstümdeki bütün parayı verdim onlara. İçeri girip bodrum kata indim. Üzerinde balık işareti olan taşı bulmalıydım. Evet doğru tahmin ettiniz. Planın üzerindeki işaret bir balıktı. Az sonra fenerin ışığında bana bakıyordu palamutun gözleri.
Sonrası rüya gibiydi. Taşı yerinden oynattım ve sürünerek dar bir tünele girdim. Tünel beni bir dehlize çıkardı. Epeyce yürüdüm. Haliç'in altından geçiyor olmalıydım, sonra yol ikiye ayrıldı, ben yokuş yukarı gidene saptım. Bir on beş dakika daha yürüdüm. Yukarlarda bir mazgal vardı sanırım, şiddetli yağmur yeniden başlamıştı ve nehir gibi akan suyun sesini duydum. Biraz ilerde demir parmaklıklı bir kapı çıktı karşıma. Yüklenince açıldı. On beş adım sonra bir odada buldum kendimi. Üç kapısı vardı. Birinden ben girmiştim. Beni buraya kadar getiren doğaüstü güç beynime fısıldıyordu olacakları. Kapılardan biri Cevahir Bedestenin'de bir dükkana açılıyordu, diğeri zamanda yolculuğa. Hiç tereddüt etmedim, açtım kapıyı.
Işıl ışıl bir Kapalıçarşı. İnsanlar beni görmüyor ama kalabalığın arasında ben kendimi görüyorum. On yıl sonraki halim. Vitrinlere bakarak ilerliyorum. Biraz yaş, biraz kilo almışım. Gözlüklerimi siliyorum cebimden bir mendil çıkartıp. Sırılsıklam ıslanmışım. Gelecekteki kendimin adımlarını takip ediyorum. Cevahir Bedesteni'ne giriyor. Az ilerleyip, sağa sapıyor. Benim sabah kutuyu aldığım dükkan. Satıcıyla konuşuyor. Ben de süzülüyorum içeriye. Ben bir gölgeyim, maddesizim. Satıcı bir yüzük çıkartıyor. O yüzük. Tereddüt etmeden satın alıyorum yüzüğü, yani gelecekteki ben satın alıyor. Satıcı yeni bir kutu veriyor, olmaz eski bir kutu olsun diyorum ona.
Sonra koşar adım yağmura dalıyoruz yine. İstanbul'da gelecekteki kendimi kovalıyorum sırılsıklam. Eski, büyük bir bir binaya giriyoruz. Bahçeyi geçip, üçüncü kata çıkıyor. Kapıyı çalıyor. Kapıyı açan kadın şaşırıyor, beni kimse görmemişken o görüyor. Bana gülümsüyor, ben de ona. Oturuyorlar. Bir şarkı çalıyor. Eleni Karaindrou'nun müziğini tanıyorum. Uzaklardaki Ayasofya'nın pembeliği vurmuş kadının yanaklarına. Onun gerçekte bir melek olduğunu anlıyorum. Derin uzayda yazılmış bir hikayenin içinde kendimi bulduğumu biliyorum. Eski kutuyu çıkartıyor gelecekteki ben cebinden. Yüzük sonunda sahibini buluyor. Kadın haldeki ve geçmişteki bana bakıyor gözlerinin bütün güzelliğiyle. Evet diyor, yüzüğü parmağına takıyor. Bütün mümkün geçmiş ve geleceklerimizi yüzüğündeki elmasın ışıltısına saklıyor. Bir köpeğin bal gözleri süzülüyor içeriye. Eleni'nin müziğinden iki damla yaş akıyor...