Bir referandum sürecinde vatandaşın düşüncesini açıklaması, tartışması ve bunu duyurmaya çalışması doğaldır ve doğrudur. Ancak…
Düşüncenin, dolayısıyla ifadenin yada umudun iki kelimeye indirgenmesinde, düşünmeye karşı yapılan bir haksızlık var gibi geliyor bana. Hele ki…
Gözlerden saklı, örtülü bir kabinde, gizlice mühürlenecek bir oy’un yine kimliksiz olarak kapalı bir zarf içinde, kilitli bir sandığa atılması öncesinde oy’unun içeriğini açıklamaya zorlanması da, açıklama gayreti de onu anlamsız ve ayıp hale sokuyor. Neden?...
Çünkü, bir seçmenin o örtülü kabine girince, orada ne yaptığını kimse bilemez, bilmesi de gerekmez. Bu işin güzel yanı. Hatta sandıklar açıldıktan sonra bile verilen bireysel oy’un açıklanması yine çok anlamsızdır. Bunun pek güzel bir örneği, “Züğürt Ağa” filminde çok açık seçik sergilenmişti.
Anketlerde de benzer bir durum var. Yine iki zıt kelimeye indirgenmiş bir soruya verilecek yanıtlara güvenmek ve bunu yüzdelere bağlayarak genellemek!..
Kabul, bunun bilimsel bir yanı olabilir. Ama durmadan tekrarlanır ve bıktırıncaya kadar seçmene yinelettirilirse, demek istenir ki…
“İşte bak, herkes şu iki sözcükten birinin ardında toplanmış, fazla düşünme, sen de onlardan birine, tercihan benim dediğime katılsana!“ Bu cümle akla Pavlov’un şartlı refleks deneylerini getirmiyor mu?
Yanyana iki lokanta yada cafe’den hangisi tıkış tıkış ise, boş yer arayan müşteri tenha olana değil kalabalık olana itibar eder. Herkes gittiğine göre , orada bir marifet olmalı diye. Siyasi hesabın da böyle yapılıyor olması doğrusu çok acı!
Bütün bunlara karşın, insanların yine de düşünüp taşındığı varsayılır. Biz de öyle yapalım ve yazımızı sürdürelim…
Sırasıyla, cumhurun başı olacak kişi için önce despot, sonra diktatör, nihayet, tek adam, nitelemesi ile değişen eleştiriler yöneltildi. Bu haklı bir endişenin belirtisi olabilir. Buna karşılık olarak da, asıl sizin tek parti rejiminiz döneminde despotluk vardı, deniliyordu.
Yakın tarihimizden günümüze değin yaşadığımız birbirinin zıttı olan iki rejimden ve sonuçlarından kısaca söz etmek gerekirse…
Sayın Özal’ın, toplum, aydınlar ve siyaset erbabının duymaya pek de alışık olmadığı fikirlerini ardı ardına dile getirdiği o günlerde söylediği bir cümle vardı, aklımda kalmış. O mealen diyordu ki;
“Girişim özgürlüğü, o çok istediğiniz ifade özgürlüğünün de getiricisi ve teminatıdır.”
Bu görüşe katılırsınız yada katılmazsınız, ayrı konu.
Ülkede rejim değişikliği oluyor, hayır olmuyor gürültüsü de bir yana, yakın tarihte birbirinin zıttı olan iki rejimin art arda yaşandığı da bir gerçek.
Harplerden fukaralaşmış bir halkın temel ihtiyaçlarını karşılamak üzere, genç Cumhuriyetin ilk yıllarında devletçi iktisadi düzen uygulanıyor ve fabrikalar kuruluyordu. Gaz, bez, tuz, şeker, kibrit, tütün, alkol, et, balık, onları pişirmek için kömür, elektrik, su, tren, gemi, uçak, PTT, TRT, ithalat, ihracat vs.. hepsi üretici olan devletindi. Vee…
Bu düzenin karşıtı olan özgürlükçü, toplumcu, komüncü fikriyat da muhalefet yapıyordu ve devlete göre tehlikeli boyutlardaydı.
Devlet de, bu düzeni değiştirme sevdalısı olan komünizme, sosyalizme, liberalizme, hür teşebbüse, düşünce hürriyetine, basında eleştiriye daha
nicelerine karşı, mevcut düzeni ve kendini koruma insiyakı ile hareket ediyor, farklı ses çıkaranı susturuyor, silahlı yada sivil bürokratik güçlerini kullanarak, ağzını açanın ağzına biber sürüyor, etkisiz duruma sokuyordu.
Bugünün yöneticileri de, yeri geldikçe ve sıkıştıkça o günün sorumlularını hatırlatıp, onları diktatör olmakla suçlamıyorlar mı zaten?.. Ve o bürokratik baskının sanki intikamını almaya çalışmıyorlar mı?
Kaba ve hızlı, kitabî bir özet daha yapmayı göze alırsak;
…derken, tarlalara traktör'ler girdi. Bunu ve sonrasını kitaplar şöyle yazdı... Her traktör kırlarda yedi kişiyi işinden eder, onlar da büyük şehirlere göç eder. Oralarda palazlanan küçük işletmeler bu işsiz kalabalıkları ucuza çalıştırır, paraya para demez!.. Toplumsal iktisatta "kendin pişir, kendin ye!" düzenine geçilince o eski bürokratik despotizmin gerekçesi de, anlamı da kalmadı. Özlemi kaldı belki...
Özgürlük adına “artık yeter” sloganı ile gelen 1950 seçimi ve ardından sökün eden işte o eski bürokratik özlemlerle 60, 71, 80 darbeleri sayesinde, devlet böylesi tehlikeleri önledi ve despotluk da özgürlük de, öyle olmaz böyle olur, dercesine iki zıt anlayışı bize yaşattı.
Kısacası şu; Devletçi iktisadi düzen, serbestlikten kendini korumak için bir despotik yönetime ihtiyaç duymuş olabilir, olmuştur da. Öte yandan serbest ekonomi düzeninin sürdürülmesi için de bir diktatöre ihtiyaç olmaz, olmaması da gerek.
Yine de sermayenin yönetimi tek adama bırakılırsa ona da başka bir ad vermek gerekir. Avrupayı kızdırmak için yapılan suçlamalarda kullanılan o deyimleri bu kez de onlar bize yöneltebilirler ki….
Nereden aklıma geldi? Güya serbest teşebbüs rejimi var bugün, ama her şeyi devlet kendi yapıyormuş gibi gösteriyor ve bu konuda da övünüp duruyor.
Devlet üreticiyse ona bir Başkan gerekebilir,
Üretici halksa onun bir Parlamentosu olur…
----------o---------