Cumhuriyetin ilânından sonraki ikinci yüzyılının ilk onuncu yıl kutlamaları yani 2033 yılı törenlerinden artakalan bir duvar takvimi ve birkaç gazete kupürü, otuzaltı yıl sonra, geçen hafta koronavirüs müzesi arşivinde bir kapı arkasında bulundu.
Uzun mutlu bir ömür süren ve yakınlarda Covid -19'dan kaybettiğimiz 'Coronavirus Muséum'un ünlü bekçisinin kapı arkasına asıp unuttuğu fotoğraflı takvim böylece ortaya çıktı. Takvim sayfalarının kenarlarına ve arkalarına, canı sıkıldıkça yazdığı çok ilginç ve öğretici notları aşağıda, sizin için özetlemeye çalışacağım.
Ayrıca, gazetelerden kesip sakladığı köşe yazılarının büyük bir kısmı, ne yazık ki berdelacuz kasırgasında pencereden uçmuş, bu kocakarı fırtınasından geride kalan birkaç kupürü de yazının sonuna eklemek istiyorum.
"Bilindiği gibi dünyada Veba, Kolera, İspanyol gribi, Domuz gribi, Kuş gribi, Ebola, Aids, Sars, Mers ve bir de Covid -19 gibi pandemiler geldi, kırdı geçti.
Bunlardan herhangi birine ait bir mikrop, bir bakteri, bir basil yada virüsün biçiminin nasıl olduğunu biliyor musunuz, hiç merak ettiniz mi? Bir fotoğraf, çizim yada bir karikatürüne rastladınız mı? Yoktu ki, ama Covid -19 hariç!..
Gerçekten de onların hepsi, insanların gözünde bulaşıcı birer hastalık ve salgındı. Herkesin de hayatını etkilemişti. Ama herkes işinde gücünde idi. Salgınlar ise çok uzun sürdü. Mesalâ 1817'de başlayan kolera salgını yedi yılın sonunda bitmiş!.
Oysa koronavirüsgillerden Covid -19 ilk günden itibaren biçimi, rengi, karakteri, oksijen merakı ile biliniyor veya ona yakıştırılıyordu. Konu sanki hastalık değildi, bir düşmandı. Bilinen, tarifi yapılan, korkulan, abartılan bir düşman. Onun pamdemisi de resmen bir dünya savaşıydı!..
Kendisiyle tanışılıyormuşçasına çizildiler, gülen, kızan, yürüyen, koşan, konuşan kişilik sahibi koronavirüsler. Hem de, yumruk kadar olanından, karpuz kadar olanına, her yerde arz-ı endam ettiler ve özenle resmedildiler.
Onlarla adeta yüz göz olundu, hastalar da pandemi ile lâubalî edildiler.
İnsanlar evlerine çekildi yada korku içinde siperlere girip saklandılar, gaz maskelerini taktılar. Her gün savaş raporları yayınlanmaya başlandı.
Hayatlarını kaybeden insanlar, aynen savaşlarda olduğu gibi, adı sanı belirsiz, yersiz yurtsuz, meçhul asker gibi sayılarla, rakamlarla yada yüzdelerle ifade ediliyor, törensiz, duasız uğurlanıyorlardı. Hiçbirinin adı, soyadı, yaşı, memleketi, uyruğu, mesleği, çoluğu çocuğu, anası babası ve mezarı yokmuş gibi.
İnsanlar sadece rakamdan ibaret olarak yaşadılar, hasta oldular ve gittiler!
ABD dolarına yapılan muamele, hastalanan insanlara da aynen uygulanıyordu. Sayılar bir iniyor, bir çıkıyordu. Hiç kimse ikisine de pek yüz vermiyordu. Önemi yok, olur böyle şeyler deniliyordu. Dedikodular ise gırla gidiyor, bize doğrusu söylenmiyor diye başlıyor, sayılarla oynanıyor şeklinde devam ediyordu.
Doğru bilgiler, hastalığı tanımlayan, tedaviyi belirleyen bilgiler hep değişkendi. Emirlerle, polis zoruyla, ceza tehditleri ile önlem alınmaya çalışılıyordu. Ama polis bile uygulamada hevessiz görünüyor, beceremiyormuş gibi acemice davranıyordu.
Uzman bilimciler, bilemiyoruz öğreniyoruz, diyemiyorlar, her gün değişik önerilerle insanları şaşkına çeviriyorlardı. Umutla umutsuzluk arasında sıkışıp kalan insanlar, sonunda umursamazlığın tek çare olarak olarak görünmesine sebep oluyorlardı.
Bu defa da, umursamaz davrandıkları için kolayca suçlanıyorlar, bütün başımıza gelenler, maskeyi doğru takmayan sizin yüzünüzden oluyor, diye öfkeyle azarlanıyorlardı.
Bilim kurulları toplantı halinde yaşıyor, bildiri yayınlıyor ve kendi aralarında sohbetten bunalıyorlardı. Pandemiye önerilen çare ise, insanları korkutmak, suçlamak ve cezalandırmak oluyordu.
Bilim kurulunun dışında kalan bazı bilim adamları kolaylaştırıcı öneriler getirseler de seslerini pek duyuramıyorlardı.
Başlangıçta tv'lerde yayımlanan grafik çizimler bilgi, güven ve umut vericiydi. Meselâ çan eğrisi, çok revaçtaydı, önce yükselecek, sonra plato olup düz gidecek ve aşağı doğru inecekti, Covid -19 da sıfırlanıp defolup gidecekti.
Oysa son zamanlarda bulaş grafiği hiç kıpırdamıyor, kalın sarı çizgi şaha kalkmış kırkayak gibi aynen öylece duruyordu. Sadece, göze sokulan iri rakamlar yada ekranın dibine bile sokulsanız okunmaz ufaklıkta yazılarla dolu bir çizelge sunuluyordu.
Çok yazık ki, bu olanlar kimsenin pek de ilgisini çekmiyordu. Ama bu arada siyasetçiler, dünyanın en başarılı, en kalkınmış, en yorulmaz mücadelesinin başarıya ulaştığını söyleyip duruyordu. İşte böyle…"
Merhum müze bekçisinin kapı arkasına asıp orada unuttuğu takvimde kaleme aldığı notları mealen bunlar, ben de onun yalancısıyım. İlâveten, takvimine ataşla tutturduğu için uçmamış gazete kupürlerinden ikisini de bu bulguya ekliyorum, iyi pazarlar:
"Pandeminin dokuzuncu yılında endişeyle beklenenlerin çoğu gerçekleşti. Sağlık çalışanları üçüncü ve en büyük yorgunluk ve tükenmişlik sendromu ile karşı karşıya geldiler. Oysa asker uğurlamaları, nişan, düğün, halay çekme, havaya tabanca sıkma, spin atma, plajlarda boğulma, ada vapurunda yer kapma için koşma, hastanelerde doktor pataklama, hemşire darp etme gibi konularda, bir de Ayasofya'da Cumaları namaz kalabalığı oluşturma konusunda kimsede en ufak bir yorgunluk emaresi bu güne kadar görülmedi. "
"İşe gidip, işten dönenlerin bindiği 12 kişilik minibüslerde bir anda 35 kişi yakalanınca sürücüsüne ceza kesildi, ayakta giden yolcuya da yasaklama getirildi. Şimdilerde arabaların tepesini de kullanarak, minibüslerle 50 kişi işine gidiyor ve işlerinden evlerine dönebiliyorlar. Soranlara, n'apalım, diyorlar. İşe nasıl gideceğiz sorusu ise sahipsiz kalıyor. Kademeli olarak farklı saatlerde işe başlama ve aynen kademeli zamanda paydos etme önerisi ısrarla denenmedi bile!... Bu arada, vak'a sözcüğü taa o yıllardan beri hâlâ vakağ biçimiyle söylenip geliyor, iyi mi?"
------o------