İlişkilerde taraflar birbirlerinin yakını değillerse, bir beklenti ve çıkarları da yoksa eğer, bir de hemcins olmanın getirdiği peşin kabulü bir yana koyarsak, dostluğun ve yaratılan güvenin değeri o ölçüde büyük oluyor demektir. Ama, hayvan kardeşlerden gördüğüm vefayı insan kardeşlerde bulamadım diye yakınan pek çok kişiye de rastlamışımdır. Gerçekten, yaşam boyu anılarımı dolduran dost hayvanların yeri, benim için de her zaman farklı değerdedir.
Hiç tanımadığım, ilk kez karşılaştığım bir kedi, bir kuş, bir köpek, bir at, gözlerimdeki dost arayan ifadeyi sezdikleri ve bunu bana belli ettikleri zaman, içimi ısıtan duygu ateşi, başka bir mutlulukla oranlanamaz. Hele ki, karşılıklı ilişkinin ince gergefinde sabırla dokunan güven kumaşının sarıp sarmaladığı ikili dünya içinde olabilmek ise, inanın hiç bir şeyle kolay kolay değiştirilemez! Ne var ki güveni kötüye kullanmak, çok iyi niyetlerle bile olsa, dostluğun tılsımını alıp götürüyor. Geriye kala kala, tanış olmak, ahbap olmak kalıyor.
Çok sevdiğim pembe ayaklı, mor yeşil gerdanlı, cin zekâlı, o farklı güvercin pencereme hâlâ geliyor, yine kırmızı gözleriyle bakışıyoruz. Ama artık elime konmuyor, avucumdaki taneleri toplamıyor, kendisini tutmama, sevip okşamama izin vermiyor. Yalnız pencere önündeki kırıntıları toplayıp gidiyor. İşi bitince durmuyor, bana ilgi göstermiyor. Beni görmüyor. Çünkü ben onun güvenini sarsmıştım. Anlatacağım...
Anlatmalıyım, çünkü ben de, onunla tanıştığım sıralarda aynı duygular içinde, güveni sarsılmış biriydim... O, kırmızı gözleriyle bir bakışta bunu anlamıştı. Açılmış avucumu pencereden dışarı uzattığımda, içindeki ekmek kırıntılarını ona ikram etmiyor, sanki onun dostluğunu talep ediyordum. Bir sürü güvercin pencere kenarındaki kırıntıları itiş kakış toplarken kendisi, benim dışarı uzatılmış elimle dehşetli ilgiliydi. Başını iki yana devirerek dikkat dolu kırmızı gözlerle bana ve dilenircesine açık duran elime bakıyordu. Gökyüzüne dönük, sabırla açık duran ve ısrarla talep eden bu avuç, bir gün nihayet ödülünü aldı.
Gökyüzünün o cin bakışlı tedirgin perisi, bir kanat çırptı, pembe ayakları ile elimin kenarına tünedi ve avucumdaki bir iki kırıntıyı lütfen şöyle bir gagaladı!. Hiç kıpırdamadım. İçimi bir sıcaklık kapladı. Yüreğimin ılık kanla dolduğunu duydum. Bunu o da duydu. Onun duyduğunu, şimdi içi boşalmış avucumdan ayrılmadan önce durup yüzüme bakmasından ve çakmak gibi yanan kırmızı gözlerinden, bir de pembe ayaklarından elimin derisine geçen ısısından anladım. Penceremin önüne inip kalkan, oraya bıraktığım kırıntıları toplayan onca güvercin içinde O farklı biriydi.
Bambaşkaydı; Gururu, telâşsızlığı, kırıntıların dışında olan bitene, yani bana karşı gösterdiği ilgisi ile... Hatta kabul etmeliyim ki diğer kuşları biraz küçümseyen edası ile... Ve tabii ki, o ifade dolu keskin bakışlarıyla... O cin gözler, aramızda kurulan dostluk köprüsünün iletişim kanalı olmak gibi müthiş işe yarıyordu.
İki parmağımın arasına tutuşturduğum buğday tanesini ona ikram için uzattığımda alıyor sonra gagasını parmaklarımla hafifçe sıkıştırıp yakalayıveriyordum. Kaçmıyor, çırpınmıyor, cilveli bir eda ile gagasını kurtarıyordu. Sonra aynı oyun defalarca yineleniyordu aramızda. Artık onu tutup seviyordum. Kapalı duran iki kanadını da içine alacak biçimde ikil elimle onu sırtından kavrıyor, çekip içeri alıyordum. Sakin ve güvenliydi elimde. Bakışları yumuşuyor, gözleri kısılıyordu. Mor yeşil gıdısını okşayınca da gözlerindeki beyaz iç kapaklar sık sık kırpışıyor ve giderek gözleri tümden yumuluyordu.
Bırakınca, bıraktığım yerde durur, hemen gitmezdi. Ama cilve yapmaktan da hiç bir zaman vazgeçmedi. Ne yapıyorsa hep canı istediği içindi. Sürekli kendini sınar gibiydi. Ve beni, bitmeyen bir sınavdan geçirir gibi. Bu cilveler, dostluğumuzu taze çiçek gibi canlı tutuyordu. O bu işin ustasıydı. Çiçek yetiştirir gibi, güveni sürekli suluyor, tazeliyor, kendi haline bırakmıyordu. Haklıydı, haklı olduğunu bir gün o üzülerek yaşadı, ben de üzülerek öğrendim.
Ben de haklıydım. İki tarafın da haklı olduğu durumda ise sorun kaçınılmazdı. Bir gün pencereye geldiğinde upuzun siyah bir iplik, nasıl olduysa olmuş, ayaklarına iyiden iyiye dolanmıştı. Yürümek şöyle dursun bir yere konmakta bile güçlük çekiyor, biteviye kanat çırparak dengesini korumaya çalışıyordu. Kurtulması olanaksız gibiydi, zor durumdaydı ve çok tedirgindi. Çözmek için uzattığım elimden uzaklaşıyordu. Ona yardım etmek istiyordum, onun iyiliği için, onu ipliklerden kurtarmalıydım. Ama başı dertteydi, beni anlamıyordu.
Onu kandırdım! Onu yakalamayacağımı, kaçmasına gerek olmadığını ona hissettirdim, sakinleşti. Ve bir hamlede yakaladım. Onu aldattım! Çok şaşırdı, çok bozuldu. Gözleri donuklaştı, sabitleşti, anlamsızlaştı.
İpliklerden kurtardım onu. Bıraktım. Çekti gitti. Güvercin güvenini ve kırılgan dostluğunu da birlikte götürdü. Aldatılmış olmayı hiç bir zaman yediremedi kendine.
Onu anladım, çok iyi anladım. Benim de güvenim bir zaman önce kötüye kullanılmıştı. Atlatılmış ve ortada bırakılmıştım. Çekip gitmiş, penceresinde güvercinlerin kaynaştığı bu küçük odaya kapılanmıştım. Belki iyi niyetle idi, belki değildi güvenimin sarsılması. Ama o kadar farklılık olsundu, ademin çocuklarıyla, morlu yeşilli, cin bakışlı göğerçin arasında. Değil mi ki kandırılmak vardı, işin biçiminde. Tılsım hapı yutmuş oluyordu sonunda!..
-----o-----
“Bu kitabın kuyruğu var” adıyla 2003 yılında yayımlanan dost hayvanlarla ilgili anı-öykü kitabında yer alan güvercin hikayesini, bu Pazar sizlerle bir kez daha paylaşmak istedim.