Bu ifadeye ya bir kitapta rastladım ya da Milli Güvenlik Konseyi üyesi bir generalimizin ettiği veciz bir söz olarak duydum...
Bir zamanlar salt sivil-askeri Kemalist bürokrasinin değil, sağ-muhafazakar tüm Türk yönetici elitin bir amentüsü gibi olan bu söz belki hala da öyle. Özeti şu: Büyük devletler (veya Batı) Osmanlının (Türkiye’nin) güçlenmesini hiç bir zaman istemez. Türkiye ne zaman güçlenmeye yüz tutsa, başına bir iş açıp, o işle boğuşmasını sağlayarak önünü keser, zayıf düşürürler. Ama büyük devletler (Batı) Türkiye’yi öldüremez, yani devlet olarak yok da edemezler. Sonuçta ne öldürebilir ama ne de onmasına (bölgesinde büyük bir güç olmasına) müsaade ederler.
Bu kanaatin Türk solunun anti-emperyalizm söyleminde de bazı izdüşümlerini görmek mümkün ama sol ve ilerici çevrelerin bu veciz değerlendirme hakkında fazla kafa yorduklarını zannetmiyorum.
30 yılı aşkın bir zamandır, yakın tarih ile uğraşıyorum. Geldiğim nokta itibarıyla, bu veciz sözde önemli bir hakikat payı olduğunu söylemek isterim. Bu veciz söz üzerine kafa yormak hem tarihe ilişkin bir çok olayı daha kolay anlamamıza yarayacak hem de geleceğimize ilişkin sağlıklı değerlendirmelerde bulunmamızı sağlayacaktır. Çünkü sorun sadece bu sözde dile getirilen dış devletlerin Türkiye’ye yönelik tavırları ile sınırlı değil. Bu veciz söz aslında bana göre Türk toplumunun da belli davranış normlarını açıklayan bir anahtar gibidir ve hem geçmişimizi hem de geleceğimizi anlamamız açısından son derece önemli bir yerde durur.
“Ne ondurmak ne de öldürmek” ifadesi, laik-Kemalist veya İslamcı-muhafazakar çevrelerce daha çok etnik-dini temelli bir gerçeklik üzerinden açıklanır. Büyük devletlerin veya Batı’nın ya “ezeli Türk düşmanlığı” ya da “İslam nefreti” gibi nedenlerle böyle bir tutum takındıklarına inanılır. Bu bakışa göre, Ötekilere (Batıya) ve Bize (Türk-İslam) has bazı özsel nedenler vardır ve çatışma esas olarak buradan kaynaklanır.
Ancak meseleye bu tür özsel açıklama denemelerinden uzak bakarsak, işin Türk veya İslam düşmanlığıyla fazlaca alakası olmadığını anlarız. Söz konusu olan son derece sıradan bir hakikattir. Ortadoğu denen coğrafyada (merkezinde enerji kaynaklarının kontrol edilmesi olan) iktidar savaşlarında, hiç bir büyük devlet bölgenin tek bir bölgesel güç tarafından kontrol edilmesini istemez. Her hangi bir bölgesel devletin, büyüyerek ve kuvvetlenerek bölgeyi kontrol edebilir hale gelmeye başlaması hiç birisinin işine gelmez; çünkü bölge üzerindeki kontrollerine darbe vurur. Bu nedenle de bölgede kuvvetlenmekte olan bir devletin başına iş açmak son derece normal ve mantıklı bir stratejidir.
Burada akılda tutulması gereken ana ilke, devletler arası yaşanan bu iktidar savaşlarının her hangi bir ahlaki ilkeye bağlı olmadan yürütüldüğüdür. Yani, moral değerler veya özel anlamlar yüklenerek, “iyi” ve “kötü” olarak tanımlanabilecek seçeneklerle karşı karşıya değiliz. Birisi için “iyi” olan, öteki için “kötü”dür. Ve işin özü çıplak bir iktidar savaşıdır.
Elbette uluslararası hukuk sürekli gelişmekte ve sürekli yeni bağlayıcı hükümler ve kurumlar ortaya çıkmaktadır ama bu hüküm ve kurumların devletler arası çatışmaların nasıl yürütüleceğini belirlemekte olduğunu söylemek mümkün değil. Devletler kendi içlerinde demokratik olabilir ve bu normlara göre davranmak zorunda olabilirler. Ama uluslararası düzeyde henüz daha orman kanunlarının geçerli olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. Batı’nın çifte standardı üzerine yazılmış-çizilmiş binlerce yazı bu basit hakikatin sıradan tekrarından başka bir şey değildir.
Aslında, her hangi bir kahve köşesinde bile duyabileceğiniz, bu sıradan ve beylik sözleri tekrar ettiğim için okuyucunda özür dilemem gerekir. Ama amacım “ne ondurmak ne de öldürmek” ilkesinin devletler arası ilişkilerin basit bir anlatımı olduğunu söylemek ve bunun özcü bir anti-Türk; anti-İslam veya anti-Türkiye tutumu ile ilgili olmadığının altını çizmek. Öyle ki, Türkiye’nin de, bölge politikalarını esas olarak bu ilkeye göre düzenlediğini kolaylıkla iddia edebiliriz.
Eğer “ne ondurmak ne de öldürmek” sözü, bölgemizdeki devletler arası ilişkilerin veciz bir özeti ise, bunun bizim açımızdan anlamı nedir? Bu veciz söz üzerine düşünmenin özel bir nedeni olması gerekir mi? Kanımca evet! Çünkü “ne ondurmak ne de öldürmek” ilkesinin hayata geçmesi bir tek diğer devletlerin tutumuna bağlı değildir. Türkiye’nin, büyük devletlerin politikalarına gösterdiği tepkilerin de alınan sonuç üzerinde doğrudan etkisi vardır.
Ben, Batı’dan ve büyük devletlerden sürekli şikayet eden ve onları hep “başına iş açmakla” suçlayan Türk yönetici elitlerinin kendi tutumlarının da elde edilen sonuç üzerinde doğrudan etkisi olduğunu düşünüyorum. Türkiye, “ne öldürme ne de ondurma” sürecinin aktif bir parçasıdır. Ve yaptıklarıyla da süreci doğrudan etkilemektedir. Bu nedenle Türk yönetici elitleri bir türlü “ondurulmamaktan” şikayet ediyorlarsa, önce kendilerinin sürece verdikleri tepkiye yakından bakmaları gerekir. Aldıkları sonuç, doğrudan kendi tepkilerinin de bir ürünüdür.
Geçmişte de bugün de bu böyle...
Türkiye’nin özellikle Arap Baharı ile birlikte bu “ne ondurma ne de öldürme” sarmalına yeniden girdiğini söylemek mümkün.
2002’den itibaren AB yolunda atılan reformlar ve ekonomik büyüme ile yükselme dönemine giren Türkiye, Arap Baharı’nın kendisine sunduğu imkanları da kullanarak Ortadoğu’da bölgesel güç olmak için bazı hamlelerde bulundu. Pax-Ottomanika olarak da adlandırılan bu hamlelerin gerek bölge devletlerini gerekse büyük devletleri epey rahatsız etmiş olduğu üzerine de epeydir yazıldı çizildi.
İktidar partisi AKP de süreci esas olarak böyle okudu ve özellikle Gezi olaylarından sonra yaşananlara bu çerçeve içinde tepki gösterdi. Yükselmekte ve bölgede ciddi bir güç olmakta iken önü kesilmişti ve hatta kendisini yok etmeye yönelik büyük bir uluslararası komplo ile karşı karşıyaydı. AKP, bu nedenle 1 Kasım seçimlerinde aldığı sonucu, kendisine karşı kurulan oyunlara karşı geliştirdiği stratejinin bir zaferi olarak sundu.
AKP’nin süreci okuma tarzı doğru mu ve verdiği tepkiler AKP’yi ve (kendilerini Türkiye ile eşitledikleri için) Türkiye’yi “ne ondurma ne de öldürme” sarmalından çıkartabilecek mi? Soruya çok olumlu cevap veremeyeceğim. Bunun nedeni de, Türk yönetici elitinin sorunlara verdikleri tepki tarzının ciddi tarihsel bir süreklilik gösteriyor olması.
Konuyu anlayabilmek ve üzerinde tartışabilmek için Türkiye’nin şu anda önünde duran sorunları bir bütün olarak ele almak, yani iç ve dış gelişmeleri birbirinden ayrı olgular olarak değil, bir bütünün parçaları olarak değerlendirmek ve soruna bu bütünlüklü çerçeveden yaklaşmak gerekir. Oysa şu anda basında yapılan tartışmalara baktığımda böyle bir bütünlük bir yana, ciddi bir tuhaflık gördüğümü söyleyebilirim; Türkiye’nin meselelerini tartışanlar sanki başka dünyalarda yaşıyor ve o dünyaların sorunlarını tartışıyor gibiler. Neredeyse gündemi itibarıyla bile ikiye bölünmüş; iki ayrı ülkede yaşıyor gibiyiz.
Sözünü ettiğim ilginç tuhaflığı gözlüyor olmamın en önemli nedeni, 30-35 yıldır Ermeni soykırımı konusuyla uğraşıyor olmamdır. Konu hakkında çalışmaya başladığımda gözlediğim ilk olgu, 1915’in soykırımdır diyenlerle buna karşı çıkanların sanki farklı ülkeler üzerine konuşuyor olduklarıydı; Türk çevrelerin anlattığı tarih ile Hristiyanların (Ermeni, Yunan, Süryani) anlattıkları tarih birbirinden o kadar farklı idi ki, tartıştıkları sanki aynı geçmiş, aynı tarih değildi.
Ermeni soykırımına ilişkin tartışmalarda Türk tarih yazımı bize aşağı yukarı şöyle bir tarih anlatıyordu. “Yabancı güçler Osmanlıyı bölmek ve parçalamak istiyorlardı; sonuçta Türkler bu bölünme ve parçalanmaya karşı kendilerini ve vatanlarını savundular.” Bu bakışa göre, sorunların kaynağı, Batılıların “bölme ve parçalama” arzuları ve bu nedenle de Osmanlının iç işlerine müdahale etmek için Hristiyanları bir bahane olarak kullanmalarıydı. Sorunların özü, aşırı dış müdahaledir. Bu nedenle Türk tarih yazımı, esas olarak kendi tarihini bu müdahalelere karşı onurlu bir başkaldırı, kişilik koruması, parçalama isteklerine karşı direnme olarak anlatır (solda bu anti-emperyalizm biçimine bürünür). Bu tarih yazımında Hristiyanlara yönelik kitlesel katliamlar ya hiç yer almaz ya da en fazla karşılıklı öldürmeler oldu vb. diye geçiştirilir.
Eğer Ermeni, Süryani vb. anlatımlarına bakarsanız, okuyacağınız katliamlar, öldürmeler ve imhalar kısacası bir barbarlıklar tarihidir. Bu tarih yazımında Batılıların veya büyük devletlerin Osmanlı’yı parçalamak gibi bir amaçları olduğuna pek fazla yer verilmez. Esas olarak anlatılan Osmanlı-Türk yöneticilerinin Hristiyanlara yönelik gündeme getirdikleri baskı, katliam ve zulümlerdir. Türk tarih yazımında ileri sürülenin aksine, Batılı devletler bu zulümlere son vermek için yeteri kadar müdahale etmemiş olmakla eleştirilirler.
Oysa geçmişe en sıradan bir bakışla bile, gerek Türk gerek Hristiyan topluluklarının anlattıklarının, yaşananların bir bölümüne denk düştüğünü anlamak mümkündür. Anlatılanlar aynı madalyonun farklı iki yüzüne aittir. O halde soru basittir, niçin madalyonun her iki tarafını da ele alan, merkezine koyan bir tarih yazımı mümkün olmasın? Benim yaptığım aslında, birbirine zıt gibi görünen ve tarafların birbirlerine karşı farklı hakikatler olarak kullandıkları olguları bir araya getirmekten ibaretti. Madalyonun iki yüzünü, bir yüzü yok sayarak, yüzleri birbirinin karşısına farklı tarih anlatımları olarak dikmek değil, her iki yüzü de anlama ve açıklamayı mümkün kılan bir perspektif geliştirmek...
Geçmişe yönelik, birbirine tamamıyla zıt, diğerinin ileri sürdüğüne hemen hiç referans almayan ve değinmeyen tarih yazımının benzerini şu anda Türkiye’deki politik tartışmalara baktığımızda da gözlemek mümkün. AKP taraftarı ve karşıtları biçiminde oluşmuş çevreler, diğer tarafın dünyasını, olgularını hiçbir biçimde referans noktası almayan bir tartışma yapmaktalar. Bu iki blok sanki aynı ülkede yaşamıyor aynı olgular ve sosyal gerçeklik üzerine konuşmuyorlar. Belki de okumuyorlar diğer tarafta yazılanları... Ortada birbirleriyle oldukça zıt iki dünya ve buna uygun iki farklı tarih yazımı var gibi. En azından benim gözlemim bu…
Tüm AKP taraftarı kalemlerde benzeri argümanları görmekle birlikte, Yeni Şafak Gazetesi ve onun başyazarı Karagül’ün yazdıklarını, temsili gücü nedeniyle bir örnek olarak ele almak istiyorum. Karagül, sürekli bir bicimde, kökleri daha öncelere gidiyor olsa bile, Arap baharıyla tırmanan, Gezi ile birlikte hız kazanan, Türkiye’ye yönelik uluslararası bir kuşatmadan söz etmektedir. Ona göre, AKP iktidarı ile yükselme (onma) sürecine giren Türkiye, büyük bir saldırı altındadır. Gülen hareketi emniyet ve yargı üzerindeki etkisi ile, Doğan Grubu basın imkanları ile ve PKK silahlı mücadelesi ile bu dış kuşatmanın iç uzantıları konumundadırlar. Liberal aydınlar ise basın üzerinden bu cephenin kalemşörlüğüne soyunmuşlardır. İç ve dış düşmanlar tarafından kuşatılan ve yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya kalan Türkiye, bir varlık-yokluk savaşı vermek zorundadır.
AKP karşıtı kutupta ise bambaşka bir dünya söz konusudur. Ana söylem, AKP hükümetinin reformlardan ve çözüm sürecinden vaz geçmesi, başta basın özgürlüğü olmak üzere demokratik haklarda ciddi kısıtlamalar yapması ve otoriterleşmesi üzerine kuruludur. Erdoğan’ın, başkanlık sistemi ile diktatörlük rejimi kurmasından korkulmakta ve Erdoğan tüm sorunların tek kaynağı olarak tanımlanmaktadır. Bu kesimin yazılarında büyük devletlerin bölgeye (ve özel olarak Türkiye’ye) yönelik politikaları fazla ağırlıklı bir yer tutmaz! Yer aldığı koşullarda bile, bu dış faktörler, Erdoğan’ın içerde yapmak istediği manipülasyonların araçsal uzantıları olarak ele alınırlar.
Elbette taraflardan hangisinin doğruları söylediği ve haklı olduğu üzerine bir tartışma yapılabilir. Ama benim sormak istediğim soru daha başka. Acaba taraflar niçin, diğer tarafın “merkezi ve esasa ilişkin” olarak saydığı konularda hemen hemen hiç bir şey söylemiyorlar? Niçin bir tarafı “var eden” diskur, diğer tarafça neredeyse bütünüyle yok sayılıyor? Ve taraflar aynı olgular üzerine, doğal olarak farklı düşünmek koşuluyla, niye tartışmıyorlar?
Tekrar edebileceğim gene son derece sıradan ve beylik bir tespit: Türkiye’nin içerde şu anda karşı karşıya kaldığı sorunları bölgenin sorunlarından ayrı ele almak mümkün değil. İçerde ve bölgedeki sorunları birlikte ele almak şart. Ne içerdeki otoriterleşme, sertleşme girişimlerini yok sayarak veya inkar ederek sadece dış kuşatma üzerine kurulu bir diskur geliştirebilirsiniz ne de sadece içerideki sertleşmeyi kendisini tek merkez almış bir diskurla gelişmeleri açıklayabilirsiniz. Bu yapılamadığı için kolaylıkla bilgisel hatalar da yapılmakta veya bazı olaylar yok sayılmaktadır.
Örneğin AKP karşıtı çevreler, son dönemlerde patlayan tüm bombaları, AKP hükümeti tarafından organize edilmiş eylemler olarak görmek eğilimindedirler. AKP’ye yakın basında ise, haklarında soruşturma açılan, hapse atılan gazeteciler başta olmak üzere temel hak ve özgürlüklere yönelik saldırılar üzerinde durulmaya değmeyecek ayrıntılar muamelesi görmektedir.
Bana, tıpkı tarihe yönelik olduğu gibi, bugünkü olayların ele alınmasında da bir madalyonun çifte yüzü gerçekliği ile karşı karşıyayız gibi geliyor. Ve yine aynı tarihe yaklaşımda olduğu gibi, bugünkü sorunların ele alınmasında da, taraflar madalyonun sadece bir yüzüyle ilgileniyor gibidirler.
Burada, acaba madalyonun her iki yüzüne birden bakabilmek mümkün mü konusunda bir şeyler söylemeye çalışacağım.
Bugün, Batı ve Büyük devletlerin, Türkiye’nin bölgesel güç olmasının önünü kesmek gibi ciddi bir jeo-stratejik bir hedefleri olduğunu görmek mümkün. Mısır Darbesinin arka plan nedenlerinden birisinin, Ortadoğu’da AKP-Müslüman Kardeşler eksenli yeni bir jeopolitik gücün doğmasının engellenmesinin yattığı bile kolaylıkla ileri sürülebilir. Ama bunun da, devletler arası siyasetin normal bir tarzı olduğunu kabul etmek gerekir. Türkiye de benzeri bir biçimde, örneğin Esat rejiminin zayıflaması ve çökmesi için elinden geleni yaptı ve hala da yapıyor.
Gözlediğim, Türkiye’nin kendisine yönelik “kuşatma” operasyonuna verdiği cevap ile tarihte Osmanlılar tarafından verilen cevapların büyük benzerlikler gösterdiğidir. Tarihte de bugün de dışardan geldiğine inanılan kuşatma ve baskılara karşı içerde sertleşme ile tepki verilmişti. Hatta, içerde bazı etnik ve/veya dini gruplar bu kuşatmanın iç uzantıları olarak tespit edilmişler ve bu çevreler iç düşman olarak tanımlanmışlardı. Gelişmelerin belli bir seviyesinde, kuşatmanın kendi imhası ile sonuçlanacağı endişesi ile sorun bir “varlık-yokluk” meselesi olarak formüle edilmeye başlanmış ve yok olmaktan kurtulmanın yolunun, iç düşmanların imha edilmesinden geçtiğine inanılmıştı. Tarihimizde yaşanan soykırım dahil, büyük insanlık dramlarının da ana nedeni budur.
Bugün, AKP’ye yakın basında esas olarak aynı dilin giderek egemen olmaya başladığını görmek mümkün. Hatta bugünkü kuşatma ile tarihteki kuşatma arasında kıyaslamalar yapılmakta ve insanlar, tarihteki gibi büyük bir ulusal direnişe, başkaldırıya davet edilmektedir.
Yine Karagül’den örnek verirsek, Türkiye’nin bugün hem içerden hem de dışardan bir cephe tarafından kuşatıldığını söyleyen Karagül, bu cepheyi biçimlendiren iradenin, “Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı siyasi otoritesini darmadağın eden... irade” olduğunu iddia eder. Karagül’e göre, Türkiye’nin karşı karşıya olduğu büyük tehdit, “Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı'ya yönelen yıkıcı tehditle aynıdır, nitelik olarak aralarında hiçbir fark yoktur.” “Birinci Dünya Savaşı dönemindekiler kadar vahim bir ihanet daha yaşanıyor” diyen Karagül, bu ihanete karşı yapılması gerekenin “karşı cephede yer alan... iç figüranlara karşı bir tür milli mücadele(nin), arınma(nın) başlatılma(sı)” olduğunu söyler.
Dikkat edilirse, geçmişte yaşandığı söylenen kuşatma ve ihanetler üzerine konuşulurken, bu dönemde kitlesel imhaların yaşandığı, başta Ermeniler olmak üzere, tüm Hristiyan toplulukların katliam ve sürgünlere kurban edildikleri konusunda tek bir satır bile okuyamazsınız. Yoktur böyle şeyler... yaşanmamıştır... olmamıştır... Geçmişte de bugün de söz konusu olan, bir ihanet ve bu ihanete karşı ulusal direniş ve ulusal savunmadır.
Şaşırdığım husus şu, kendisine demokrat, liberal veya solcu diyen çevrelerde, AKP’ye ve onu savunanlara egemen olan bu diskur konusunda tek bir satıra rastlamak mümkün değildir. Bu cenahta, AKP’nin gerek iç ve gerekse dış olaylara tepki veriş tarzını esas olarak belirleyen bu zihniyet dünyası tamamıyla es geçilmekte, adeta yok sayılmaktadır. Ben ise, kendisini iç ve dış düşmanlarla kuşatılmış olarak gören ve adımlarını bu kuşatılmış psikolojine göre atan AKP tutumunun son derece ciddiye alınması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü geçmişte kitlesel katliamlara kapı açan bu zihniyet, bugün içe yönelik sertleşmenin de ana nedenidir.
Dikkat edilmesi gereken husus, Türkiye’nin bir kuşatma altında olduğu tezinin ne kadar gerçeklere denk düşüp düşmediğinin çok önemli olmadığıdır. Eğer kuşatma ve tehdit altında olduğunuza inanıyor ve karşınıza çıkan her olayı bu kuşatmanın doğal adımları olarak görüyor ve değerlendiriyorsanız, belli bir aşamadan sonra bu inanç bir gerçeklik haline gelir. Bu noktadan itibaren bu inancın bir paranoya ürünü mü yoksa bir hakikate mi denk düştüğü önemsizleşir. Paranoya ile hakikat arasındaki sınır kaybolur.
Gezi ile birlikte içine girilen süreçte, AKP açısından da bu sınırın kaybolmuş olduğunu rahatlıkla iddia edebiliriz. Seçimlerle birlikte, AKP çevrelerinin içine girdiği rahatlama kimseyi aldatmasın. Bu durum geçicidir. Çünkü hem AKP kendisine yönelik muhalefeti bu gözle görmeye devam edecektir hem de başta büyük güçler olmak üzere bölge devletleri, bölgesel bir güç olmak isteyen Türkiye’nin önünü kesmek için çaba harcamaya devam edeceklerdir.
Öte yandan AKP karşıtları da, büyük devletlerin Türkiye’ye yönelik politikalarını, Erdoğan’ın sıradan manipülasyonları olarak görmeye devam edeceklerdir.
Bu noktada önemli olan, Türkiye’nin bölgesinde karşılaştığı sorunların ne olduğu ve bu konuda ne tür stratejilerin geliştirilmesi gerektiği üzerine tartışmaktır. Sorun sadece bölgeye yönelik politikalarla sınırlı değildir. İç politikalar da buna doğrudan bağlıdır. Zaten en somutu Kürtler ekseninde görüldüğü gibi, Türkiye’de yaşayan bazı etnik-din grupları açısından iç ve dış ayırımının fazla bir anlamı da yoktur.
Başta büyük devletlerin bölgeye yönelik politikaları olmak üzere, bölgesel gelişmeler ve olası perspektifler konusunda ciddi bir tartışma yapılmazsa, iç politikaya yönelik sorunlarda ciddi alternatifler geliştirilemeyeceğini düşünüyorum. Eğer bu tartışma yapılmazsa, AKP’nin, “ne ondurma ne öldürme” stratejilerine karşı geliştirdiği “iç daralma” siyasetinin tek seçenek olarak kalmaya devam edeceğini tahmin ediyorum. Dışarısı “ne ondurmak ne de öldürmek” hedefiyle Türkiye’nin önüne engeller çıkartan ve karışıklıklar yaratan olarak görüldüğü müddetçe ve içerde muhalefet edenler de bu dış güçlerin iç uzantıları olarak sunuldukça, istikrar arayan insanların AKP’ye yönelmeleri son derece anlaşılır olacaktır.
Bu nedenle, AKP’ye karşı politikalar geliştirmenin bir nevi “Tayyip karşıtlığı” olarak formüle edilmesini çok anladığımı söyleyemem. Çünkü ortada Erdoğan ile sınırlı olmayan, bütün bir toplumun ruhuna sinmiş bir halet-i ruhiye söz konusudur. Geçmişte de benzeri durumlarda, salt yönetici elitler olarak değil, toplum olarak da benzeri tepkiler verilmişti. Ve bu tepki veriş tarzı, “ne ondurma ne de öldürme” stratejilerinin başarılı olmasının yolunu açmıştı. Yani Batı politikalarının bu topraklarda istediği sonuçlar almasının en önemli nedenlerinden birisi, Türk yönetici elitlerinin ve toplumun bu politikaları verdiği cevap tarzıdır. Türkiye, aldığı tavırla, istemediği sonucu kendisi yaratır gibidir.
Özetle söylemek istediğim, Türkiye’nin bölgeye ilişkin ne tür politikalar geliştirmesi gerektiği, iç politikanın bir unsuru olarak tartışılmak zorundadır. Oysa benim gördüğüm, Türkiye’de kendisine muhalifim diyen güçler, Ortadoğu’yu yönelik ciddi açılımlar getirmek yerine, ya ISIS ile Türkiye arasına eşit işareti koyma basitliği ile yetinmeyi tercih ediyorlar; (ki Türkiye’nin Sünni İslam eksenli bölgesel bir güç olma stratejisinden ürken Batılı büyük devletlerin de severek desteklediği bir basitlik bu...) ya da, Ortadoğu’daki gelişmelerin kendisi için stratejik anlamda olumlu bir ortam yarattığına inanan PKK’nın iç savaşı da göze alan stratejilerinde derin anlamlar aramaya çalışıyorlar. Geniş bir sol-demokrat kesim, tuhaf bir “devrimci romantizmi” hastalığı ile, PKK’nın bu stratejisinin Kürt halkına verdiği zararlara gözlerini kapamayı tercih ediyor. Öte yandan, güvenlik güçlerinin kuşattığı Kürt evlerinin duvarlarına “Türksen gurur duy, değilsen itaat et”, ibareleri yazarak kendisini sıradan bir işgal gücü haline soktuğu gerçekliğinin üzerinde ise durmaya bile gerek yok.
Bu siyasi körlük ve sığlık nedeniyle, AKP’nin bölgeye yönelik stratejileri ile Silahlı Kuvvetlerin politikaları arasında farklar olabileceği veya AKP’ye karşı bir darbe ihtimalinin gündeme gelebileceği gibi bir dizi anlamsız tartışmaları yapanlar da oldu. Oysa eğer tarihimiz üzerine düşünülmüş ve daha yakından bakılmış olsaydı görülecekti ki, Türk yönetici elitleri, sivil-asker ayırımına bakmaksızın, bu tür kriz durumlarında benzeri tavırları almışlar ve bu tavırlarına büyük toplumsal destek de bulmuşladır. Söylemek istediğim, AKP ile devletin diğer kurumları arasında fark olabileceği üzerine oturmuş analizlerin çok işe yaramayacağıdır.
Ana sorun aynıdır: eğer Türkiye, gerek bölgedeki gerekse büyük devletlerle, bölge üzerinde ciddi bir egemenlik alanı savaşı veriyorsa, ve günümüzde devletler arası ilişkilerde bu savaş “orman kanunları” esasına göre sürdürülüyorsa, Türkiye’nin izlemesi gereken strateji ne olmalıdır? AKP’nin veya devlet erkinin bir bütün olarak izlediği stratejinin hatalı ve yanlış tarafları nelerdir? Tartışılması gereken budur.
AKP’nin ve sivil-asker yönetici elitlerin en büyük hatası, büyük devletlerin kendisine yönelik izlediği politikalara, içerde sertleşme ve iç düşman arama ile cevap vermeleridir. Bu cevap veriş tarzı, sadece ve sadece Türkiye’yi “ne ondurma ne de öldürmek” isteyen çevrelerin arayıp da bulamayacağı bir tepki tarzıdır. “Dış düşman ve onların iç uzantıları” metaforu son derece tehlikelidir. Şimdilik sadece örgüt ve çevre ile sınırlı olarak kullanılan “iç düşman” tanımının, kısa sürede bütün bir etnik-din topluluğunu kapsayacak şekilde kullanılması da mümkündür. 1 Kasım seçimleri ile rahatlamış gibi görülen ortamın, aktörler ve tavır alışları değişmediği müddetçe, kısa sürede yeniden krize dönüşmesi kaçınılmazdır.
AKP’nin içe ve dışarıya yönelik geliştirdiği politikaların, büyük devletlerin Türkiye’ye yönelik izlediği siyasetlere karşı belli bir tavır alışa denk düştüğünü görmeyen, ve büyük devletlerin izlediği siyasete yönelik ciddi eleştiriler getirmeden, sıradan bir anti-AKP siyaseti ile yetinmenin de getirebileceği hiç bir şey yoktur. Şu anda ama kendisine “muhalefetim” diyen çevrelerin yaptığı bunun dışında bir şey değildir.
Özetle, Türkiye’de, şu andaki tartışmalarda taraflar, sanki bambaşka dünyalarda yaşıyor gibidirler. Sanki farklı sosyal gerçeklikler üzerine konuşuyorlar gibidirler. Eğer gerçeklikteki bu büyük yarılma ortadan kaldırılamaz, ve iç ve dış sorunları aynı yerden gören açılımlar geliştirilemezse Türkiye’nin “ne ondurma ne de öldürme” cenderesinden çıkabileceğini zannetmiyorum. Hatta gerek AKP’nin, gerekse ona muhalefet ediyor görünenlerin, bu “ne ondurma ne de öldürme” sürecini sadece hızlandırmaya yarayan sıradan aktörler olma tehlikesi vardır. Kendi sonunu kendi elleriyle hazırlayan bir toplum görünümündeyiz. Buna bir son vermek gerek...