Türkiye, tarihinin en büyük krizini yaşamakta… Bu kriz sadece açlık, yokluk, yoksulluk ve işsizlik olarak halka yansıyan kapitalizmin dönemsel krizlerinden biri değildir. 2017'den beri giderek derinleşen yönetim sisteminden kaynaklanan yapısal bir krizdir. Covid-19 pandemisinin yaptığı tahribat ve kapitalist dünyanın yağma ekonomisindeki dengesizliğin ülkemizdeki yansımaları da eklenince, Türkiye son derece ağır ve aşılması güç bir kriz dönemine girmiştir. Bu krizin ekonomik ve sosyal boyutları, gelişmekte olan ülke krizlerinin ortalamasını aşan düzeylerde olmasının asıl nedeni yeni sistemdeki yapısal bozukluktur. Diğer bir deyimle kurulu düzene monte edilen Başkanlık sisteminin oluşturduğu İkili Devlet Sistemidir. Türkiye'nin toplumsal yapısı ve tarihsel birikimi ile bağdaşmayan bugünkü Tek Adam Rejimi hukuk devletine evirilmeden yaşamakta olduğumuz büyük krizin aşılması mümkün değildir. Krizden kurtulmak için Cumhur İttifakı'nın baskı, şiddeti ve tehdit yoluna başvurması, dış tehdit algısı yaratarak ülkeyi savaş ortamına sürüklemesi çözüm değildir. Aksine, bu sözde tedbirler, krizi derinleştirerek arttırmakta. Krizden kurtulma sürecine girmenin tek bir yolu vardır: Hukuk devletini kurmak ve işletmektir.
Bütün devletlerde kurulu düzen önceden belirlenen kurallar çerçevesinde sürdürülür. Bu nedenle hiç kimse önceden belirlenmemiş ve toplumca bilinmeyen ve salt yorumla üretilen kuralları ihlal etmiş olmaktan ötürü sorumlu tutulamaz. Bu kural Anayasamızın 38/1 maddesinde şöyle ifade edilmiştir: "Kimse, işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz." Oysa 2017'de yapılan Anayasa değişikliği ile Türkiye Parlamenter demokrasiden, geniş yetkilerle donatılmış Başkanlık Sistemi'ne geçmiştir. Artık kanunların suç saymadığı, ama Başkan'ın aksi görüşte olduğu kimi eylem ve edimler suç sayılabiliyor. Örneğin kimi vatandaşların öteden beri küçük tasarruflarını yatırdıkları bir bankanın Başkanlık talimatıyla terörle irtibatlı sayılması, bu bankada hesabı olanların da terör suçlusu olarak kovuşturulmalarını gerekli kıldığı malumdur. Ya da hakkında hiçbir yargı kararı olmadığı halde (masumiyet karinesi) yaşarken terör örgütüne destek verdiği sonradan iddia edilen ölü bir vatandaşın (ölü terörist?) cenaze törenine katılanlar da terör destekçisi sayılmakta ve cezalandırılmaktadır. Anayasa'nın 26. Maddesinin açık hükmüne karşın, 2 bin akademisyenin, güvenlik gerekçesiyle yapılan hak ihlallerini bir bildiriyle eleştirmeleri Başkanlık talimatı ile suç sayılmış ve imzacılar KHK'larla görevlerinden alınarak yargılanmış ve cezalandırılmışlardır. Ancak AYM nezdinde yapılan bireysel başvurular üzerine sadece ceza davaları düşürülmüş ama görevlerine iade edilmemişlerdir. Sayıları her gün artmakta olan bu tür hukuk dışı tasarruflar, yürürlükteki 1982 Anayasası ile Tek Adam rejiminin oluşturduğu karşıt ikili devlet sisteminde, Başkanlık talimatının üstün sayılmasından kaynaklanmaktadır.
1982 Anayasası'nın evrensel hukuk kurallarına uygun maddelerinin önemli bir bölümü halen yürürlüktedir. Buna karşın yeni rejimde tek yetkili olan Başkan bu hükümlerle çelişen ve önceden bilinmeyen yeni kurallar getirilebilmektedir. Oysa kanunsuz suç olmaz ilkesi evrensel bir hukuk kuralıdır. Başkanın parlamento çoğunluğuna dayanarak dilediği yasayı çıkarabilme olanağı yanında kanun hükmünde kararname yayınlama yetkisi de olduğuna göre suç oluşturacak eylem ve edimlerin önceden belirlenmesi mümkündür. Buna karşın, olay bazında yorum yapılarak suç ve suçlu oluşturmanın tek amacı kalıyor; o da güç gösterisi ve korku salarak yönetme kolaylığıdır. Bu yaklaşımın doğal sonucu olarak Türkiye'de 1982 Anayasası'nın tanıdığı protesto etme, toplantı ve gösteri hakkını kullanma, basın özgürlüğü, düşüncelerin açıklanması ve benzeri temel hak ve özgürlüklerin kullanılması geçerliliklerini kaybetmişlerdir. Olaylar temelinde yorum yaparak suç ve suçlu oluşturma yöntemi tek geçerli yönetim aracı haline gelmiştir. Yeni rejim, sorunları çözmek yerine korku salarak yönetmeyi yeğlemektedir. Yorum yaparak bireylerin terör örgütleriyle iltisaklı suçlar işledikleri sonucunu çıkarmak en çok kullanılan yöntemlerden biridir.
Yeni rejimle birlikte ortaya çıkan asıl sorun 1982 Anayasası'nın yürürlükte olan hükümleri ile Başkanlık sisteminin uygulamalarında ortaya çıkan hukuksal karmaşadadır. Bugün Türkiye'de egemen yönetim şeklinin Cumhuriyet mi, otoriter Başkanlık mı, mutlakıyetçi bir krallık mı? Olduğu konusunda kesin bir yargıda bulunmak mümkün değil. Nitekim yeni Başkanlık rejiminin resmiyette Cumhurbaşkanlığı rejimi olarak adlandırılmasına karşın basında (Tek Adam) deyiminin kullanılması yeğlenmektedir. Yürürlükteki Anayasa hükümleriyle Başkanlık sistemi (Tek adam rejimi) arasındaki ideolojik farklılıklar, uygulamada önemli ekonomik, siyasal ve hukuksal sorunlara neden olduğu ve devlet yönetiminde bir kaos yarattığı üç yıllık uygulamada açıkça ortaya çıkmıştır.
Başkanlık rejimine geçmek için ancak birkaç maddesi değiştirilen 1982 Anayasası'nın halen yürürlükte olduğu unutulmamalıdır. Özellikle devletin niteliklerini belirleyen maddeleri, herkesin saygı göstermesi gereken önemli kurallardır. Bu hükümlerin yok sayılarak farklı uygulamaların yapılması devlet olmanın ciddiyetiyle bağdaşmaz. Türkiye'nin tutarlı bir hukuk devleti olması ancak aşağıda sıralı Anayasa hükümlerinin uygulanması ile mümkündür. Aksi bir uygulama devleti yok sayan kuralsız ve keyfi yönetim olur. Son zamanlarda AKP sözcülerinin muhaliflerini terör suçlusu olarak itham etmeyi bir siyaset tarzı olarak benimsedikleri dikkat çekmektedir. Oysa hakkında kesinleşmiş bir mahkûmiyet kararı olmadan hiç kimsenin suçlu gösterilemeyeceği bir Anayasa hükmüdür. Aksi bir davranış suçtur. Keza iktidar sözcülerinin yargılanmakta olan şahısları önceden suçlu ilan etmelerinin mahkemelere verilen bir talimat niteliği taşıdığını ve açık bir anayasa ihlali olduğunu bilmeleri gerekir. Ne var ki, yeni rejimde belirleyici olan Başkanlık talimatları olduğu için anayasaya karşı işlenen suçlar takipsiz kalmaktadır.
Göreve geldiklerinde Anayasaya bağlı kalacaklarına yemin eden yönetici ve sorumluların her hâl ve koşulda saygı gösterecekleri anayasal ilkeleri yineleyerek hatırlatmanın krizin aşılmasında büyük yararı vardır.
Devletin niteliği: Yürürlükteki 1982 Anayasasının, değiştirilmesi yasaklanan 2. Maddesinde devletin niteliğini belirleyen hükmün son cümlesi şöyledir: "Türkiye Cumhuriyeti (…) demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir." Bu tanıma göre Türkiye'deki yönetim biçimi ister parlamenter, ister başkanlık, isterse yarı başkanlık sistemi olsun, mutlaka Cumhuriyetçi, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olması gerekir. Halen yürürlükte olup değiştirilmesi yasaklanmış olan bu Anayasa hükmüne göre bugünkü Tek Adam sisteminin de "demokratik, laik ve Sosyal bir hukuk devleti" niteliklerine sahip olması gerekir. Oysa Tek Adam rejiminin yürürlüğe girdiği 2017'den itibaren Anayasa'nın bu hükmü fiilen yok sayılmakta. Artık Türkiye'nin demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğunu söylemek çok güçtür. Eğitimde imam hatip okulları yaygınlaştırılmakta laik eğitim itibarsızlaştırılmaktadır. Sünni - İslam dışı inanç örgütleri dışlanırken AKP ile bağlantılı dinsel vakıflara, dernek ve tarikatlara büyük paralar aktarılmakta; dinin siyasallaşmasına ve ideolojik bir araç olarak kullanılmasına zemin hazırlanmaktadır. Özetle Tek Adam yönetiminin laiklik karşıtı bir politika izlemek suretiyle devletin anti-laik yöne doğru evirilmesini sağlamaya çalıştığı açıktır. Keza Tek Adam rejimi düşünce, basın, örgütlenme, toplanma, gösteri ve benzeri özgürlükler ile temel demokratik hakların kullanılmasına karşı olduğundan demokratik olmaktan da uzaktır.
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin en önemli niteliği, Anayasa'nın 2. maddesinde ifade edilen bir hukuk devleti olmasıdır. Bir rejimin hukuk devleti olarak tanımlanması için aşağıdaki ilkelerin anayasada yer almaları ve toplum yaşamında etkili ve belirleyici olmaları temel koşuldur.
1) Anayasa hükümlerinin, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kuralları olduklarının benimsenmesi, (Anayasa-Madde: 11).
2) Hukuk devleti olmanın önemli bir koşulu da güçler ayrılığının [yasama, yürütme ve yargı erklerinin ayrılığı] Anayasal ilke olarak benimsenmiş olması, (Anayasa- Madde:7, Madde:8, Madde:9)
3) Kanun önünde eşitlik ilkesinin anayasal güvenceye bağlanmış olması, (Anayasa-Madde: 10)
4) Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınmayacağı, (Anayasa- Madde: 10/4)
5) İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunun açık olması, (Anayasa- Madde: 125)
6) Hâkimlerin görevlerinde bağımsız olduklarının benimsenmesi, (Anayasa Madde: 138/1)
7) "Hiçbir organ, makam, merci veya kişinin yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz" kuralının işlevsel olması, (Anayasa-Madde: 138/2)
8) Mahkemeler arasında hiyerarşik bir bağlantının bulunması, keza alt ve üst mahkeme kararları arasındaki farklılıkların, itiraz halinde bir üst kurul kararlarıyla çözülebilir olması, Temerrüt halinde Yargıtay genel kurullarının ya da Anayasa Mahkemesinin alacakları kararın kesin olduğunun bilinmesi,
9) Anayasa Mahkemesinin kararlarının kesin olduğunun kabulü, (Anayasa-madde: 153/1)
10) Anayasa Mahkemesinin kararları Resmi Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar" hükmüne hiçbir suretle itiraz edilemeyeceği ve karşı çıkılamayacağı.. (Anayasa – Madde:153/6)
11) AİHM kararları da, Anayasa'nın 90/5 fıkrasındaki şu hükümle güvence altına alınmıştır: Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar (AİHS) kanun hükmündedir. Aynı maddenin 5. Fıkrası ile AİHS maddeleri aleyhine AYM'de iptal davası açılamayacağı ve AİHS'nin, Türkiye'nin aynı konuda farklı hükümler içeren yasaları nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda AİHS hükümlerinin esas alınması, (Anayasa- Madde: 90/1, 90/5, 90/6)
Demokratik hukuk devleti olmanın olmazsa olmaz koşuludur.
Türkiye'de 2017'den itibaren Tek Adam rejimi olarak adlandırılan Başkanlık sistemiyle yönetilmektedir. Oysa bu sistem, 1982 Anayasası'nın yukarıda sayılan maddeleri başta olmak üzere, yürürlükteki maddelerinin büyük çoğunluğu ile çelişmektedir. Uygulamada, Başkanlık kararları geçerli olduğundan, yürürlükte olmasına karşın, Anayasa fiilen ortadan kaldırılmış ya da kadük olmuş sayılmakta. Oysa asıl olan Anayasa'dır. Anayasa'nın yok sayılarak ülkenin Anayasa dışı talimatlarla yönetilmesi bir anayasa ihlalidir (Anayasa- Madde: 11)
2017'den itibaren sürdürülen ikili devlet uygulaması pek çok haksızlık ve adaletsizliklere neden olmuş ve olmaya devam etmektedir. Toplumun önünü açmak, demokratikleşmeye ve toplumsal gelişmeye olanak sağlamak için ülkenin İkili Devlet açmazından kurtulması ve toplumsal mutabakata dayalı yeni bir anayasa yapılması zorunlu olmuştur. Uzlaşı olur da yeni bir anayasa yapma girişimi başlatılırsa; yapılması gererken ilk iş 1982 Anayasası'nın yürürlükteki hükümleri ile Başkanlık sisteminin üç yıllık uygulamalarını karşılaştırmak olmalıdır. Bu karşılaştırma yeni anayasanın temel ilkelerini belirlemede ufuk açıcı olacaktır.
İkili Devlet açmazının toplumda büyük haksızlık, adaletsizlik ve huzursuzluklara neden olduğu yadsınamayacak kadar açıktır. Gidişattan şikâyetçi olan yalnız muhalif ve tarafsız vatandaşlar değil, AK Parti üye ve yöneticileri de Tek Adam rejiminin yol açtığı İkili Devlet uygulamalarından şikâyetçidir. Herkes toplumun ihtiyaçlarına yanıt oluşturacak yeni bir anayasanın yapılmasından yanadır.
Yeni bir anayasanın yapılması uzun zaman ister. Artık toplumun tahammülü kalmamıştır. İkili Devlet uygulamasının sürdürülmesi halinde ülkedeki toplumsal yıkım ve huzursuzluk devam edecek ve yaşanmakta olan kriz derinleşerek artacaktır. Bu nedenle kısa süreli de olsa geçici acil önlemler almaya ihtiyaç vardır. Böyle acil bir ihtiyacın karşılanması, ancak, en yüksek yargı organı sıfatıyla Anayasa Mahkemesinin devreye girmesiyle gerçekleşebilir. Anayasa Mahkemesi böyle bir görevi benimsediği takdirde İkili Devlet açmazını geriletmek ve yürürlükteki Anayasa'nın, kısmen de olsa egemenliğini sağlamak mümkün olabilir. Bunun için Yüksek Mahkeme üyelerinin topluca mutabakat içinde olması ve ortak bir deklarasyon (bildirge) açıklamaya karar vermeleri gerekir. Yüksek Mahkeme bu karara vardıktan sonra topluca hazırlayacağı hukuksal içerikli bir bildirgeyi, kamuoyuna açık şekilde yetkili devlet makamlarına (Cumhurbaşkanı, TBMM Başkanı, Siyasi Parti Genel Başkanları) sunmalıdır. Bu bildirgede, Başkanlık rejimi ile ilgili kimi maddeler dışında 1982 Anayasası'nın tüm hükümlerinin yürürlükte olduğu, Türkiye'nin güçler ayrılığına dayalı demokratik, laik bir hukuk devleti olduğu, Anayasa Mahkemesi kararları ile AİHM kararlarının bağlayıcı olduğu ve hiçbir mahkemenin AYM kararlarını tanımam demeye hakkı ve yetkisi olmadığı açıklanmalıdır. Keza, hiçbir organ, makam, merci veya kişinin yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremeyeceği; genelge gönderemeyeceği, tavsiye ve telkinde bulunamayacağı açık ve kesin biçimde anlatılmalıdır. Dolaylı ya da dolaysız olarak mahkemelere sözel talimat verme alışkanlığına son verilmeli... Kesinleşmiş mahkeme kararı olmadan hiç kimsenin önceden suçlu ilan edilemeyeceği belirtilmelidir. Ayrıca ceza davalarında somut verilerin esas alınması ve olay bazında yorum yapılarak suç ve suçlu oluşturma yöntemi mutlaka terk edilmelidir.
Bu temel ilkelere aykırı davranışların suç olduğu ve bu suçları işleyenlerin, 3-10 yıl süre ile cezalandırılacaklarını öngören bir kanunun çıkarılması talep edilmelidir.
Yüksek Mahkemenin TBMM'de okunacak bu bildirgesi Türkiye'nin hukuk devleti normlarına kavuşmasında büyük yarar sağlayacağı yadsınamayacak kadar açıktır.