Demokrasiyle yönetilmenin temel koşullardan biri iktidarın karşısında örgütlü bir muhalefetin bulunmasıdır. Muhalefeti olmayan bir rejim demokratik değildir. Keza siyasi iktidarın güç kullanarak muhalefeti çalışamaz duruma düşürdüğü rejimler de demokratik değildir. Böyle bir siyasetin nihai hedefi tek partili totaliter bir düzendir; diğer bir deyimle faşizmdir.
Halk Demokrasileri: İktidar partisi ile amaç ve ideolojik birliği olan biçimsel ve denetimli muhalefet partilerine olanak tanıyan siyasal sistemler de demokratik değildir. Bu tür çok partili rejimler taktik amaçlıdır. Bunlar bir süreç içinde bütünleşmekte ve ülkenin tek partisine dönüşmektedirler. SSCB öncülüğündeki sosyalist sisteme bağlı Doğu Avrupa ülkelerinde uygulanan "Halk demokrasileri" bu türden siyasal örgütlemelerdir. Örneğin, Soğuk Savaş yıllarında Bulgaristan’daki rejim, ortak amaçlı Komünist Partisi ile Çiftçi-Köylü Partisinden oluşan iki partili bir halk demokrasisiydi. Kuşkusuz Bulgaristan’daki çok partili örgütlenmeyi çağdaş demokrasiler arasında göstermek gerçekçi olmaz.
Biçimsel Demokrasi: Çoğulcu kapitalist ülkelerde de aynı ideolojiyi benimseyen değişik isimlerde örgütlü partiler vardır. Türkiye’de de bunun örneklerini görmekteyiz. Öznel nedenlerle ayrı partilerde örgütlenen Sünni İslam inancına bağlı şoven milliyetçi kadroların ortak amacı toplumda ve devlette Türk-İslam sentezi ideolojisini egemen kılmaktır. Düşünce ve inanç birliğine ve dayanışma ruhuna sahip olan bu partilerin de zaman içinde ve değişik yöntemlerle tekleşmeleri kaçınılmazdır.
Sosyalist açıdan sınıflı demokrasi: Sosyalistler sınıflı ve çoğulcu kapitalist toplumlarda olması gereken demokrasiyi farklı bir bakış açısı ile değerlendirmektedir. Sosyalist açıdan, sınıflı bir toplumda, demokrasi emek ve sermayenin eşit haklarla ve özgürce örgütlenebildikleri ve hiçbir engele takılmadan eşit koşullarda mücadele ettikleri çoğulcu bir düzendir. Diğer bir deyimle, sosyalistler sadece sermaye sınıfının çıkarlarını savunan partilerden kurulu bir siyasal sistemin demokrasi olarak tanımlanmasını abes sayarlar. Örneğin Türkiye’de çok partili düzenin kurulmasını izleyen uzun yıllar boyunca emekten yana sol partilerin kurulması yasaktı. Ancak 1961’de münfesih Türkiye İşçi Partisi (TİP)’in kurulması ve mecliste temsil edilmesiyle birlikte emeğin ve emekçilerin de siyasal örgütlenmesi gerçekleşebildi. Ama TİP’e eşit mücadele koşulları tanınmamıştı. TİP sermayeci iktidarların baskısı altında fiili saldırılara göğüs gererek, adli ve idari engellerle boğuşarak varlığını güçlükle sürdürebiliyordu. Sonuçta TİP, programının bir gereği olarak, dışlanan ve yok sayılan Kürt halkının var olduğu gerçeğini dile getiren bir kongre kararı gerekçe gösterilerek kapatıldı. Uzun süre emek örgütsüz kaldı. HDP güç ve etkinlik kazanıncaya kadar da emekçi halklar örgütlü siyasal mücadelenin dışında bırakıldı. Siyaset yeniden sermaye partileri arasında mevki kapma yarışına dönüştü. Oysa emekten yana partilerin amacı toplumu değiştirmek ve dönüştürmektir. Emeğin temsil edilmediği, sadece sermaye partilerinden oluşan siyasal sistem kaçınılmaz olarak muhafazakârdır; değişime, gelişmeye ve toplumsal ilerlemeye kapalıdır. HDP’nin sürekli saldırı altında olması, milletvekilleriyle etkin kadrolarının tutuklanması, belediye başkanlarının görevden alınarak yerlerine kayyum atanması ve düzen partilerinin hedef tahtası haline getirilmesinin nedeni bu partinin sermaye karşıtı ve düzen değişikliğinden yana olmasıdır. Emeğin özgürce örgütlenmesini, başta Kürtler olmak üzere tüm etnik ve dinsel topluluklara özerklik tanınmasını ve köklü bir düzen değişikliğini gerçekleştirmek istediği içindir.
Sosyolojik açıdan muhalefetin anlamı: Kapitalist bir toplumda emek eksenli muhalefetin görevi sermayenin emek üzerindeki egemenliğini sınırlamaya ve kapitalist düzeni emekçiler yararına değiştirmeye dönük demokratik bir siyaset yapmaktır. Emeği temsil eden muhalefet ayni zamanda fikir üreterek toplumun değişmesine, gelişip ilerlemesine öncülük eder. Ne var ki, Türkiye’de bugün dahi, emeği temsil eden HDP gibi bir partinin varlığına tahammül gösterilmiyor. Ülke siyasetinde söz sahibi olan iktidar ve muhalefet partilerinin tümü sermayenin çıkarlarını koruyan kapitalist sınıfın partileridir. Sermayenin egemenliğine karşı emeğin ve emekçilerin hakkını savunan tek parti HDP’dir. İktidarı ve muhalefeti ile mevcut partilerin koro halinde HDP’ye saldırmalarının ve aktif bir muhalefet yapmasına karşı çıkmalarının ideolojik nedeni ise ülkeyi felakete götüren kapitalizmin ve kapitalist partilerin maskesini düşüreceği korkusudur.
Son yıllarda AKP iktidarının izlediği anayasa ve hukuk dışı keyfi yönetime bağlı olarak ekonomik yaşam yıkıma uğramış, işsizlik artmış, yokluk ve yoksulluk dayanılmaz boyutlara ulaşmıştır. Hükümet, sorunları aşmak için parlamentoyu işleterek toplumsal mutabakata dayalı çözümler üretecek yerde, her türlü muhalefeti korkutup sindirecek bir baskı politikası izlemeyi yeğlemiş görünüyor. Türkiye bir korku ülkesine dönüşmüş, insanlar yazmak, konuşmak ve toplum sorunlarını dile getirmek gibi, yaşamın doğal davranışlarını bile sürdürmekten çekinir olmuşlardır. İktidar, muhalefeti ve düşünce insanlarını kendisinin yasalaştırdığı soyut ve muğlâk suçlamalarla bastırmaktadır. Yazılı ya da sözlü olarak açıklanan düşünceleri nedeniyle zan altındaki vatandaşlar terör örgütü kurmak, terör örgütüne üye olmak, örgüte üye olmamakla birlikte yardım ve yataklık etmek ya da onunla iltisaklı olmak gibi soyut iddialarla suçlanmakta ve tutuklanabilmektedir. Bu gerekçelerle halen pek çok siyasetçi, gazeteci, sivil toplum yöneticisi ve akademisyenin tutuklu ya da tutuksuz yargılandıkları veya hüküm giydikleri bilinmektedir. Öte yandan HDP’den seçilen belediye başkanları gizli tanık ifadelerine dayanılarak görevden alınmakta ve yerlerine kayyım atanarak tutuklanmaktadırlar. HDP’li belediye başkanlarından en az 50’si bu yöntemle görevden alınmış, tutuklanmış ve yerlerine kayyım atanmıştır. Oysa cari hukuk sistemi ve teamüller gereğince başkanlar ancak yargı kararıyla görevden uzaklaştırılabilir ve yerlerine meclis üyelerinden biri seçilir. 50’den fazla belediye başkanının görevden alınarak yerlerine kayyım atanmasının keyfi bir tasarruf olduğu yadsınamayacak kadar açıktır. İktidarın bu tür hukuk dışı keyfi icraatına karşı muhalefet partilerinin sessiz ve tepkisiz kalmaları onların varlık nedeniyle bağdaşmaz. Muhalefetin görevi kimin şahsında yapılmış olursa olsun hukuk dışı tasarruflara karşı çıkmaktır. Ülkenin anayasal düzenini ve hukuk sistemini savunmak ve siyasi iktidarı hukuk içinde kalmaya zorlamaktır. Muhalefetin beğenmediği bir partiye ya da bir şahsa karşı yapılan hukuksuzluğa ilgisiz ve tepkisiz kalması, açıkça bir iktidar payandalığıdır.
Adalet sistemi genel bir rahatsızlık nedenidir. Tek adam rejiminde adalet sisteminin dengesi bozulmuş ve güven kaybına uğramıştır. Yargı, iktidarın oluşturduğu suç ve ceza kavramları açısından kendi içinde bile netleşmemiş. Soyut suçlamalar konusunda ikirciklidir. Bu nedenle suçu ve suçluyu belirlemede yetkili olan yargı değil siyasal iktidardır. İktidar kendisine bağımlı, deneyimsiz ama geniş yetkilerle donatılmış kimi Sulh Ceza Yargıçları aracılığı ile muhalefet partilerinin temsilcilerini ve tanınmış muhalif şahsiyetleri tutuklatabilmekte, yıllarca cezaevinde kalmalarını sağlayabilmektedir. Toplumda korku egemen olmuş, halk sindirilmiştir. Yargı hiyerarşisinin en üst basamağını oluşturan AYM ve AİHM’nin bağlayıcı kararları bile iktidar tarafından göz ardı edilerek yok sayılabilmektedir. Örneğin AİHM’nin tahliye kararına karşın HDP eski eş genel başkanı Selahattin Demirtaş ile iş insanı Osman Kavala’nın tutukluk halleri 3 yılı aşkın bir süredir sürdürülmekte. Ara tahliyeler başka soyut isnatlarla anında durdurulmaktadır. Haksız şekilde kullanılabilen devlet gücüne karşı vatandaşın sığınabileceği tek melce adalettir. Oysa adalet hukukun değil iktidarın hizmetindedir. AKP’nin süreklilik kazanan baskı politikası da demokrasi dışı usullerle yürütülmektedir. Siyasi parti binaları basılmakta, seçilmiş belediye başkanları ya da özerk kurumların yöneticileri hiçbir gerekçe göstermeden idari kararlarla görevden alınabilmektedir. Keza devlet ajanı gizli tanık marifetiyle sivil toplum yöneticileri, milletvekilleri, siyasi partilerin en aktif kadroları terörle iltisaklı gösterilerek tutuklanabilmektedirler. Ama yapılan tüm bu hukuksuzluklara karşı muhalefet sessizdir.
Muhalefet ve Rejim Sorunları: Görsel ve yazılı basın bütünüyle denetim altına alınmıştır. Parlamento, çoğunluktaki AKP’nin ve onun genel başkanının iradesine tabidir. Yargı, HSK ve diğer seçici kurullar aracılığıyla doğrudan ya da dolaylı olarak yürütmeye bağlıdır. Önemli yargısal kararlarda belirleyici olan Reisin iradesidir. Yargı hiyerarşisi bozulmuştur. Bağlayıcı olması gereken yüksek mahkeme kararları kimi zaman yok sayılmakta ya da reddedilmektedir. Anayasadaki güçler ayrılığı ilkesi fiilen işlemez konumdadır. "Türkiye Cumhuriyeti devletinin güçler ayrılığı ilkesine bağlı demokratik laik ve sosyal bir hukuk devletidir" tanımı kadük olmuştur. Yürürlükteki rejim, "tek adam" egemenliğine bağlı parti-devlet düzenidir.
Muhalefet Ne Yapmakta? Devlet düzeninin altüst olduğu, denge-denetim sisteminin işlemediği, ekonominin rayından çıktığı, sürekli artan fiyatların can yaktığı, işsizliğin, yokluk ve yoksulluğun dayanılmaz boyutlara ulaştığı bugünkü koşullarda halk umutsuz ve umarsızdır. Muhalefet genel olarak iktidarın belirlediği yapay gündemlerle meşguldür. Oysa muhalefet partilerinin asal görevi iktidarı denetlemek ve onu hukuk içinde icraat yapmaya zorlamaktır. Ne var ki, muhalefet partilerinin bir bölümü iktidarla dayanışmayı yeğlemekte, ona muhalefet etmekten ve onu eleştirmekten kaçınmaktadır.
Ana muhalefet partisi ise, siyasi iktidarın halkın desteğini kaybettiğine, önümüzdeki seçimlerde azınlıkta kalacağına ve kendisinin iktidara geleceğine kesin olarak inanmıştır. Mutlak bir zafer beklentisi içindedir. Aktif bir muhalefet yapmanın yanlış hatta zararlı olacağını düşünmekte ve sükûnet içinde seçimlerin yapılmasını beklemeyi tavsiye etmektedir. Biri CHP’li ve İkisi HDP’li üç meclis üyesinin, anayasaya aykırı şekilde, vekilliklerinin düşürülmesine bile karşı çıkmaya yanaşmamış, HDP’nin bu amaca dönük protesto yürüyüşünü tasvip etmemiştir. Kılıçdaroğlu’nun bu bağlamdaki açıklamaları ilginçtir.
Kılıçdaroğlu daha önce yaptıkları uzun gösteri yürüyüşü hatırlatılınca şunları söylüyor: "Bu koşullarda böyle bir yürüyüşü yanlış buluyorum. CHP’nin de diğer muhalefet partilerinin de çok dikkatli olmaları lazım. Gerginlik yaratacak, provokasyonlara açık eylemlerden uzak durmalıyız. Çünkü Erdoğan’ın istediği zaten bu… Muhalefeti provokasyonlara açık şekilde sokağa dökmek ve bu gerginlik üzerinden politika yapmak. Bu tuzağa düşmemeliyiz, Erdoğan’ın oyununu bozmalıyız." Kılıçdaroğlu 1 Haziran’da da Sözcü’den Saygı Öztürk’e, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın "CHP’yi sokağa dökerek" bir olağanüstü hâl ilan ederek "daha baskıcı" bir yönetim "kumpası" içinde olduğunu öne sürmüş, "bu oyuna gelmeyeceğiz" demişti.[1]
Ana muhalefetin değerlendirmeleri gerçekçi değil. Önce temelde bir hata var, muhalefet partilerinin görevi her hâl ve koşulda meclisin itibarını korumak, anayasa kurallarının işletilmesi için iktidarı uyarı ve eleştirilerle hizaya getirmektir. Bunu başaramazsa toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkını kullanarak halk yığınlarının desteğiyle iktidarı hizaya getirmektir. Siyasette, hukuk dışı uygulamalara karşı sessiz ve tepkisiz kalarak, seçim zaferini beklemekle yetinen bir muhalefet tarzı yoktur. İktidarın muhtemel provokasyonlarını önlemek için de kanunsuzluklara karşı sessiz ve tepkisiz kalarak muhalefet yapılmaz. Bu, açık bir teslimiyettir. HDP’nin anayasal gösteri yürüyüşünün engellenmesi bir suç, provokasyon olarak tanımlanması ise bir aymazlıktır.
Ana muhalefet temsilcilerinin seçim tahminleri de hatalıdır. Tahminler bir hayal ürünüdür. Unutmamak gerekir ki AKP- MHP ortaklığı toplumda ideolojik bir hegemonya kurmuştur. Henüz bu egemenliği kıracak ya da dengeleyecek karşıt bir hegemonik güç yoktur. Oluşması yönünde bir çaba da görünmüyor. Başında CHP’nin bulunduğu "Millet İttifakı" heterojen bir topluluktur. İttifakın CHP dışındaki partiler iktidara yakın durmakta... İktidarın yıprandığı, seçmen desteğini kaybettiği ve seçimlerde mutlaka azınlıkta kalacağı varsayımı ise bir temennidir. Nesnel bir dayanağı yoktur. İktidarın ülkeyi kötü yönettiği, devlet düzenini bozduğu, halkı işsizliğe, yokluğa, yoksulluğa ve açlığa mahkûm ettiği doğrudur. Ama bu yıkımın, iktidarın kötü yönetiminden kaynaklandığı gerçeği halk yığınlarına yansımamış ya da yansıtılamamıştır. Geniş halk yığınları, AKP-MHP ittifakının özellikle de Erdoğan’ın Sünni İslam’a güç kattığı, milliyetçi duyguları yücelttiği ve ecdat yadigârı saltanatı ihya edeceği inancıyla afsunlaşmıştır. İşsizlik, yokluk ve yoksulluk yeni değil onların her zamanki yaşantısıdır. Ama halkın gözünde hiç kimse Erdoğan kadar İslam’a hizmet etmemiş ve Türkiye’yi yücelterek büyük devletler seviyesine çıkarmayı başaramamıştır. Ana muhalefet partisi bu hegemonik gücün farkında olmadığı gibi, bu güce karşı çıkmanın tarihsel bir yanılgı olduğu zehabına kapılmış görünmekte… Açık ya da dolaylı destek sunmaktadır. Keza muhalefet Erdoğan’ın saldırgan dış politikasına da milliyetçi duygularla alet olmuştur.
Kılıçdaroğlu ve ekibi Türkiye’yi tek adam rejiminin tahakkümünden kurtarmak, çok partili çoğulcu, katılımcı parlamenter bir demokrasiyi kurmak istiyorlarsa önce karşılarındaki gücü tanımaları ve ona karşı etkin bir güç oluşturmaları gerekir. CHP, AKP-MHP ortaklığının kurduğu köklü hegemonyayı ve destekledikleri güçlü İslami sermayeyi alt edecek daha güçlü bir ideolojik hegemonya kurmadan ne iktidar ne de gerçekçi bir ana muhalefet partisi olabilir. Bir tutam milliyetçilik, bir tutam "yeni laiklik" bir tutam sosyal demokrasi, bir tutam güvenlik, bir tutam Kürt yandaşlığı ve bir tutam vatanperverlik karışımından karşıt bir ideolojik hegemonya çıkmaz. Kuşkusuz bahse konu siyasal mücadele kapitalist bir toplumda, sermayenin ve emperyalizmin egemen olduğu koşullar içinde yürütülmektedir. Böyle bir ortamda sermayenin kurduğu Sünni İslam’a dayalı Şoven milliyetçi hegemonya, ondan ödünç alınan öğelerle değil, evrensel nitelikte radikal bir sosyal demokratik hegemonya ile alt edilebilir. CHP’liler "biz zaten sosyal demokrat bir partiyiz" diyeceklerdir Bunu kendilerinin değil halkın söylemesi gerekir. Sosyal demokrasi 17 bin faili meçhul cinayete olur vermekle bağdaşmaz. Sosyal demokrasi barışçıdır, savaşa onay vermez. Sosyal demokrasi haktan ve adaletten yanadır, hukuk dışı tutuklamaları tasvip etmez. Sosyal demokrat kişi ya da örgüt her şeyden önce tam ve yetkin bir demokrasi için mücadele eder. CHP’nin toplum nazarında sosyal demokrat bir parti olarak algılanmasından önce çağdaş bir demokrasiyi özümsediğini kanıtlaması gerekir.
Türkiye’de Sosyal Demokrasinin Yeri: Sosyal demokrasi, kapitalist toplumlarda sermayenin sömürdüğü işçi ve emekçilerle ezdiği ve dışlayarak ötekileştirilen farklı etnik ve dinsel toplulukların hakları için mücadele eden örgütlü demokratik siyasal bir hareketidir. İşçi ve emekçilerle müttefikleri aydınları ve ötekileştirilen halkları örgütleyerek etkin bir siyasal güç haline getirir ve halk yığınlarına sosyal demokrasiyi özümseterek sermayenin egemenliğine karşı demokratik bir denge oluşturur. İktidar mücadelesi bu güçlü cephenin kurulmasından sonra gelir. Oysa CHP ayrı bir yoldan yürümektedir. Egemen sermayeye karşı farklı bir sermaye grubunun iktidarı için mücadele etmeyi yeğlemiş görünüyor. Sosyal demokrat unvanını da taktik bir araç olarak kullanmaktadır. Gerçek bir sosyal demokrat parti olmaya ne niyeti ne de gücü var. Bu görevi yapabilecek tek parti HDP’dir. CHP ise iktidara gelmek için ya "Erdoğan’ın yolundan giderek" HDP ile ortak bir sosyal demokrat cephe oluşturacak ya da şimdiye kadar yaptığı gibi zayıf bir sermaye grubunun partisi olarak ömür boyu arafta kalmaya devam edecek. Sonucu belirleyecek olan partideki gruplar arası mücadeledir. Gönlüm güçlü bir sosyal demokrat partinin oluşmasından yanadır.
[1] Murat Yetkin, Düzce Haberler, 09. 06z. 2020