Orta Asya halklarının mitolojisi ve bozkır kültüründen derin izler taşıyan ve mısra sayısı bakımından dünyanın en hacimli destanı olduğu belirtilen Kırgızların Manas Destanı, yüzyıllar boyunca dilden dile, ağızdan ağıza söylene geldi. Onu böyle asırlar boyu anlatmış olan destancılardan birinin söze başlamadan önce destanı şöyle tanıttığını aktarır Prof. Dr. Pertev Naili Boratav:
"Yarısı yalan yarısı gerçek // yârenlerin hatırı için // çene çalıp söyleriz // kaplan Manas'ın şanı için // çoğu yalan çoğu gerçek // cemaatin hatırı için // gümbürletip söyleriz." (P. N. Boratav, 100 Soruda Türk Halk Edebiyatı, Gerçek Yayınevi, 1982, s. 37).
Destancının bu sözlerini, elbette bire bir olmasa da kısmen ve işlevsel anlamda bugün izlediğimiz yerli ve yabancı dizilerin önüne ya da sonuna yerleştirilmiş şu türden cümlelerin karşıladığı söylenebilir (Star TV'deki "Avlu" dizisinden):
"Bu dizideki tüm karakterlerin ve olayların gerçek kişi ve kurumlarla ilgisi yoktur. Tamamen hayal ürünüdür".
Sözlü folk kültürün bağrında binlerce yıl insanlara hayal membaı olmuş destan ile bugün görsel kitle kültürü içinde aynı işlevle yüklü diziler arasındaki uzun mu uzun mesafeyi kısaltma ya da araya bir köprü kurma yolunda yazılı kültür döneminin hayal kaynağı romanlara bakalım.
Orada da aynı ifade tarzının hiç de şaşırtıcı olmayan mahiyette karşımıza çıktığını görürüz. Misal, bu memleketin söz ustalarından Attila İlhan'ın "Aynanın İçindekiler" üst başlığı altında toplanan romanlarının hepsinin girişinde yer alan cümleler:
"Bu kitapta anlatılanların gerçek kişilerle ve olaylarla hiçbir ilgisi yoktur. Onları ben, büyük bir aynanın içinde gördüm. Üstelik ayna dumanlıydı ve olmayan bir şehirde geziniyordu."
Attila İlhan böyle dese de "Avlu"yu kurgulayanlar öyle dese de gayet iyi biliyoruz ki Manas'ı anlatan destancının dediği gibi onlarda da yarı "yalan" (hayal) yarı gerçek, çoğu yalan çoğu gerçek bir içerik bizi beklemektedir.
İlk örneği karşımıza M.Ö. 2000'lerde Gılgamış'la çıkan destan türünün sayısız örneğinde de onlarla aynı dönemlerde insanların hayal gücünü besleyen masal, efsane, hikayelerde de yazılı kültürün roman ve öykülerinde de görsel ("seyirlik") kültürün piyesleri, sinema filmleri, dizilerinde de anlatılar hayali formda ortaya çıksalar bile yaşanılan hayatın izlerini taşırlar. Belki tarih öncesi dönemlere kadar da izi sürülebilecek destanlardan bugünün dizilerine kadar açılan yelpazede bu kurgu ürünlerde gerçek bir şeyler, bütünüyle gerçekdışı (hayalî) bir şeyler üzerinden anlatılır.
İçeriğindeki edebi duyarlılık, ağırlık ne ölçü ya da ölçekte olursa olsun destandan masala, romandan hikâyeye, piyesten sinemaya ve dizilere kadar hayatın içinde olup biten her şeyle ilgili sorulara hayal gücü üzerinden cevaplar aranır, bulunur, verilir (John Sutherland, Edebiyatın Kısa Tarihi, Alfa, 2018, s. 15).
Tüm bu ürünlerin bize sunduğu hayal dünyalarında hayatın nüveleri saklıdır.
Einstein'in "hayal gücü bilgiden daha önemlidir" sözünü de bu çerçevede anlamlandırmak mümkün olabilir. Bilgi, gözlem, deney ve deneyimlere dayalı fikirlerden beslenir, ama fikirleri de besleyenin hayaller, daha doğrusu hayal gücü olduğunu unutmamak gerekir.
Bu doğrultuda insan, bizde çoğu zaman küçümseyici tarzda kullanılan ifadeyle, hayal ettiği müddetçe yaşamaz yalnızca; insan, hayal ettiği müddetçe yaratır da…
Yukarıda öne sürülenler doğrultusunda denilebilir ki belki taş devrinde mağara duvarlarına çizilmiş şekiller, resimler, tasvirlerden beri insanın hayal kurma arzusu zamanın ve zeminin imkânları, araç-gereçleri, ekonomisi, teknolojisi doğrultusunda farklı tarzlarda tatmine kavuşturuldu.
Destanlardan masallara ve efsanelere, hikâyeden romana, çizgi romana ve çizgi filmlere, köy seyirlik oyunlarından tiyatroya, sinema filmlerine ve dizilere kadar uzanan insanlık macerasında hayaller hep hayatın ayrılmaz, hatta yapıcı parçası oldu.
Tekno-ekonomik altyapı değişse de sözlü kültür yerini yazılı-basılı ("matbu") kültüre, o da görsel-dijital kültüre bırakmış olsa bile hayal üretimi, paylaşımı, tüketimi dünden bugüne sürüyor.
Ve bu süreklilik içinde dün destan, masal, hikâye anlatıcısı ne yaptıysa bugün de dizi film anlatıcıları (senaristleri-yapımcıları-oyuncuları) onu yapmaya devam ediyor.
Dokuzuncu yüzyılda Bağdat'ta derlenmiş Doğu-İslâm dünyasının büyük edebi şaheseri "Binbir Gece Masalları" nasıl ortaya çıkmıştır, hatırlayalım:
Hint ve Çin âleminin hükümdarı karısının kendisini aldattığını öğrenince onu öldürtür ama artık tüm kadınların nankör ve sadakatsiz olduğuna da inanmaktadır. Bu nedenle evlendiği her kadını yalnızca bir geceliğine eş olarak koynuna alıp tan yeri ağarırken de cellada teslim etmektedir.
Bu korkunç ve dayanılmaz duruma çare bulmak için vezirin güzel ve akıllı kızı Şehrazad hükümdarla evlenir ve ilk geceden başlayarak ona sürükleyici hikâyeler anlatmaya başlar.
Ancak Şehrazad, hikâyeyi en heyecanlı yerinde keser ve ertesi gece anlatmaya devam edeceğini söyler. Şehriyar (hükümdar) da "merak"tan karısının ölümünü erteler.
Böylece her gece sürüp şafak vakti en heyecanlı yerinde kesilen hikâyelerle günler, haftalar, aylar, yıllar geçer. Bu arada Şehrazad da üç çocuk doğurmuş, Şehriyar karısına bağlanmış, giderek de onun sadakatine inanmaya başlamıştır.
Nihayet 1001'inci gece onun canını bağışlar.
"Binbir Gece Masalları" tamamlanmıştır!..
Şehrazad'ın fendi Şehriyar'ı birbiriyle bağlantılı iki noktada yenmiştir.
Birincisi, yukarıda etraflıca altını çizdiğimiz üzere, insanın hayal ihtiyacının acilliği, doyumsuzluğu ve sonsuzluğudur.
İkincisi, en heyecanlı yerinde kesilmiş bir hayale tekrar bağlanma yolunda insanda mevcut dayanılmaz merak ve arzudur.
Hayali tüketendeki bu merak, onu üreten açısından "hayatî" öneme sahiptir işte.
Şehrazad açısından bu hayati önem, canı ise, kırsal-folk kültürün efsane, destan, hikâye anlatıları için de "geçim" olmuştur.
Tıpkı sonraki dönemlerin roman yazarları ile yayıncıları ve şimdiki zamanların dizi senaristleri ve yapımcıları için olduğu gibi…
Bir zamanlar köy köy dolaşan hikâyeci âşıklar da saz-söz, maniler, türküler, tekerlemeler eşliğinde anlattıkları hikâyeleri öyle bir gecede bitirmezlerdi. Hem bilerek uzatırlar hem de en heyecanlı yerinde keserek günlere bölerlerdi.
Mesela 3-4 saatlik bir oturumdan oluşan geceler halinde 3, 5, 7 geceye kadar sürebilen, hatta bir ay boyu her gece anlatılarak süren hikâyeler vardı.
Daha önemlisi âşık, hikâyede nerede kaldığını dinleyenlere sorar, "Şurada kaldı" diyenden de bahşiş alırdı. O yüzden bahşiş alabilmek için hikâyeye devam etmeden önce bu sorunun içinde yer aldığı türküyü uzatır da uzatırdı (Pertev Naili Boratav, Halk Hikâyeleri ve Halk Hikâyeciliği, Tarih Vakfı, 2002, s. 33-34).
Bir bakıma bugün hayallerimizin seyrine damgasını vuran televizyon dizilerinin aralarındaki reklamlar ne ise hikâyeci âşıkların aldığı bahşişler odur. Aradaki fark, belki birincilerinin alabildiğine endüstriyel ve ticari, ikincilerin ise sanatkârane ve geçimlik bir pratikten çıkış bulmaları olarak gösterilebilir.
Sözlü kültürden yazılı kültüre ve elektro-dijital kültüre kadar, hayal dünyamızı renklendiren, zenginleştiren ve besleyen tüm kurgusal anlatılarda bu hep sürdürülmüştür. Klasikler bile, mesela Charles Dickens'ın abide romanları, ilk nüshaları itibarıyla hep en heyecanlı yerinde kesilecek şekilde haftalık, aylık dergilerde tefrika halinde çıkmıştır.
Dickens bu konuda, yani okura bir sonraki bölümü iple çektirecek şekilde en heyecanlı yerinde kesmekte o kadar ustaydı ki "Antikacı Dükkanı"nın (The Old Curiosity Shop) yeni bölümünü yayımlayan dergiyi Britanya'dan Amerika'ya getiren gemi limana yanaştığında yazarın hayranları ve romanın müdavimleri sabırsızlıktan dayanamayarak tayfalara "Küçük Nell öldü müüü" diye bağırarak sormaktan kendilerini alamamışlardır. Tıpkı bir yüzyıl sonrasında bizim kuşağın "Dallas' dizisinde "Ceyar"ın ölüp ölmediği merakı içerisinde dizinin yeni sezonunun yayınlanmasını sabırsızlıkla ve hummalı tartışmalarla bekleyişimize benzer bir itkiyle!..
Yaşar Kemal'in "Deniz Küstü"sünü de ilkin Milliyet'te tefrika olarak okuduğumu hatırlıyorum. Daha küçükken yine gazetelerde Tarkan, Karaoğlan, Dedektif Nik gibi çizgi romanları da hep en heyecanlı yerinde kesilmiş halde "…devamı yarın" ibaresi ile sonlanmış olarak okuduğumu…
Ve radyoda "Arkası Yarın"larda anlatılan öyküleri, roman-tiyatro uyarlamalarını dinleyip yine kaldığı en heyecanlı yerden takip etmek için ertesi günü iple çektiğimizi de… Aynen şimdilerde televizyon dizilerinde olduğu gibi…
Yaratıcılığın itici gücü olan hayal ile bilimin itici gücü olan merakı birbirine katık etmiş bu anlatı stratejisi doğrultusunda hayal ustaları (yaratılar, anlatıcılar, yazarlar) hep en heyecanlı yerinde kestiler. İnsanlığın tarih-öncesindeki mağara duvar resimlerinde bile, bir kısmı yan yana, seri halde anlamlanan o resimleri yapanlar, kim bilir belki de ilk çizgi roman ustaları idiler!..
Peki ama şu son dönemde belki tüm bu yazdıklarımızı sorunlu kılacak mahiyette karşımıza çıkan Netflix'i ve onun hiç de en heyecanlı şekilde kesilmeksizin "bindirme-seyir" (binge-watching) alışkanlığına kapı açışını nasıl açıklayacağız?
Bu da belli bir tekno-ekonomik altyapıya dayalı "çağ hali" ile alâkalı bir gelişme diyerek "kestirip atalım"!..
İnternet ortamı hepimize işitsel-görsel her tür içeriği istediğimiz şekil ve hızda izleme, tüketme imkânı verince dizileri de istediğimiz yerde durdurup seyretmeyi keser, sonra tekrar kaldığımız yerden devam eder olduk.
Aynı şekilde yine istersek onları en heyecanlı yerinde kesildiği yerden hiç beklemeksizin diğer bölüme geçerek üst üste birkaç bölüm, hatta bir sezonu tümüyle (gözlerimiz kan çanağına dönene kadar) izler olduk.
Böylesi "bindirme" bir seyrin (binge-watching) keyfiyle olduğu kadar zararlarıyla da önünü açmış bir dijital-teknolojik dünya ve kültür var bugün.
"Gerçek-zamanlı televizyon seyri" zorunluluk olmaktan çıkınca bir kurgusal içeriği bir sonraki haftaya kadar herkesi merakta bırakacak noktada kesmenin ne anlamı ne gereği ne de cazibesi kaldı. Bir diziyi birkaç ay sabredip sonra topluca, hiç en heyecanlı yerinde kesilmeksizin sezonluk izlemenin hazzı daha ağır basar oldu.
Zaten her biri ayrı zaman aralıklarında karşımıza çıkan yapımlarla sürekli akış arz eden dizi endüstrisi, seyircinin kendine özgü bir plânlama ile ürünleri anında değil geriden, ama "bindirme" yaparak izleme tercihini gayet işlevsel kıldı, yaygınlaştırdı.
Buna bağlı bir şekilde, içerik ne kadar çekici olursa olsun seyirciyi haftalarca ekran karşısında tutacak "merak kancaları" (cliffhangers) atılamaz olunca televizyon yayıncılığı ve hem onu besleyen hem ondan beslenen reklam endüstrisi eskisi gibi aradığını bulamaz oldu.
Tefrika roman dönemi nasıl kapandıysa, tefrika dizi dönemi de böylece kapanma noktasına geldi-geliyor denilebilir.
Elbette süreç özellikle Türkiye'de hepten tamamlanmış değil ama televizyoncusu da reklamcısı da dizi yapımcısı-senaristi de giderek daha fazlasıyla bu "dijital yeni-normal"e göre hareket eder hale gelecektir yavaş yavaş...
Neyse siz asıl düşünün, Netflix olsaydı Şehrazad'ın hali nice olurdu?!..