Sudan’da 30 yıllık Ömer El Beşir diktatörlüğü yıkıldı ama yerinin ne ile doldurulacağı da gelenin gideni aratıp aratmayacağı da belirsizliğini koruyan noktalar. Asıl olan, darbe ile gelenin darbe ile gidişi…
Elbette demokrasi yolunda arzu ve taleplerle meydanları dolduran kitleler var ortada. Ancak Sudan’ın modern dönemdeki tarihsel deneyim ve birikimine bakıldığında sürecin demokratikleşme yönünde ilerlemesinin o kadar da kolay olmadığını ifade etmek gerekiyor.
Neden böyle düşündüğümüzü, Ortadoğu toplum ve kültürleri üzerine antropolojik/etnolojik müktesebatımız doğrultusunda temellendirmeye çalışalım!..
“Sudan” adı Arapça “Bilad es-Sudan”dan gelir ve bu, Siyah’ların, daha doğrusu “Simsiyah”ların diyarı demektir.
Bizdeki yaygın ve yanlış mı yanlış alışkanlıkla Siyah insana “Arap” denmesinin kökenini bulmamıza imkân verecek şekilde Sudan, Siyah Afrika’nın dinen İslamlaşma, dilsel olarak da Araplaşma yolunun açıldığı kapıdır.
Afrikalı Siyah’la köle ticareti sonucu karşılaşan Osmanlı, onun dininde Müslümanlığı, dilinde de Arapçayı bulunca Siyah’a “Arap” der oldu. Irksal/biyolojik anlamda Siyah’lıkla dilsel/kültürel anlamda Araplığı birleştiren bu anlayış, Cumhuriyet Türkiye’sinde de devam edip gitmiştir.
“Siyah” ile “Arap” arasında böylesi bir özdeşim yaratan tarihsel gelişmenin beşiği Sudan, Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Sahra-altı Afrika arasında geçiş sağlayan ve bu bölgelerden kültürel geçişlilikleri de kendi iç yapısında barındıran bir “köprü”dür.
Ancak bu durum Sudan’da tarihsel olarak avantaj değil, bol bol dezavantaj üretmiş, büyük sorun ve çatışmalara yol açmıştır.
7’nci yüzyıldan itibaren Arap ordularının istilacı girişimleriyle İslâm’la tanışsa da esasen Arap tüccarlar ve Sufi dervişlerin “maddi-manevi” etkinlikleriyle Müslümanlaşan, ama kayda değer bir gayri-Müslim nüfus da barındıran Sudan’ın tarihi, Osmanlı’nın Mısır valisi Mehmet Ali Paşa’nın hükmüne girdiği 1821’den itibaren daha yakından izlenebilir. Mısır’la birlik anlamına gelen bu gelişme, aynı zamanda ülkenin güneyi ile kuzeyinin idari olarak bir araya gelmesinin de ilk adımı olmuştur.
1885-1899 İngiliz-Mısır yönetimi adı altında esasen İngiliz mandasına maruz kalan ülke 1956’da bağımsızlığını kazandı. Bu bağımsızlığın Mısır’da Cemal Abdül Nasır’la başlayan Arap milliyetçiliğinin bir yan ürünü olarak değerlendirilmesi de mümkün. O yüzden bağımsızlık pratikte Arap-İslâm kimlikli bir ulus-devlet girişimi olmaktan öte bir anlam ifade etmedi.
Buna bağlı olarak da İngiliz-Mısır yönetimi altında 1924’ten beri Kuzey’den ayrı bir idari yapıya sahip kılınmış ve büyük çoğunluğu “Animist” birazı da Hristiyan olan güney Sudan, gidişatı önceden kestirip “İslamizasyon” ve “Arabizasyon”a maruz kalma kaygısıyla, daha bağımsızlık öncesinde (1955) ayaklandı.
Böylece Sudan’ın bağımsızlık tarihi, derecesi dönem dönem değişiklik gösterse de sürekliliğini kaybetmeyen bir iç savaş haliyle karakterize oldu yakın zamanlara kadar… Ve aslında bu, Afrika’nın özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bütünüyle karşı karşıya kaldığı, “modernleşme” başlığı altında dayatılmış ulus-devletleşme sürecinin Sudan özelinde tezahürü olarak değerlendirilebilecek bir durumdur.
20’nci yüzyılın ulus-devlet takıntısı, bir kabileler diyarı olan “Kara Kıta” Afrika’yı 1950’lerden itibaren vurmaya başlayınca, yüzyıllardır birbiriyle ihtilaflı hasım kabileler, arzuları hilafına yapay sınırlar içerisinde ortak bir hayatı yaşamaya zorlandı. Sonuçta bir yandan farklı kabileleri bir arada tutma sorunuyla karşı karşıya kalan Afrika ulus-devletleri, öte yandan sınır bölgelerindeki kabilelerin sınır-ötesi uzantıları nedeniyle komşu devletlerle sürekli ihtilaf ve çatışma içinde oldular.
Bu olgunun en çarpıcı örneklerinden biridir Sudan.
Sudan’ın etnografik haritasına yakından bakılırsa, 600’e yakın etnik oluşum ve 400 civarında farklı dil ve lehçe bulunduğunu kaydetmek gerekir. Sosyal antropolojinin klasik eserlerine konu oluşturmuş Nuer, Dinka, Zande, Azande, Hausa, Masai, Baggara, Kababish, Shilluk gibi kabileler bu sınırlar içerisindedir. Tabii bazılarının Sudan’ı çevreleyen dokuz komşu ülke içerisinde de uzantıları vardır.
Bağımsızlığını kazanır kazanmaz Sudan’ın bir “Kuzey-Güney” iç savaşına sürüklenmesine yol açan durum, esas itibarıyla bu “heterojen” etnik dokudan kaynaklıdır. Ama yakın tarihte esas sorun oluşturan ayrım, yüzde 70 Müslüman ve Arapça konuşan nüfus ile Güney’de yoğunlaşan yüzde 25’i Animist, yüzde 5’i de Hıristiyan toplam yüzde otuzluk nüfustur.
1955’ten 1972’ye kadar sürüp Güney Sudan’a otonomi tanınmasıyla 1983’e kadar durduktan sonra dönemin cumhurbaşkanı Cafer Nimeyri’nin otonomiyi ihlâl ederek siyasal ve hukuksal açıdan İslâmileşmeye hız kazandırmasıyla tekrar başlayan iç savaş depremi, 2005’e kadar sürdü. Sonrasında da “artçı sarsıntılar” halinde ülkenin batısında kangrene dönüşen (aşağıda değinilecek) Darfur sorunu çıktı.
Sonuçta gerek İslâm’ın gerekse Araplığın, balta girmemiş tropikal ormanlarına nüfuz edemediği Güney Sudan, 2005’te imzalanan barış antlaşmasıyla önce 6 yıllık bir otonomiye sonra da 2011 başında yapılan halk oylamasının ardından Temmuz 2011’de bağımsızlığına kavuştu.
Arada kesintiler olsa da 1955’ten 2005’e kadar süren iç savaşta ortalama tahminle 2 milyon kişi hayatını kaybetti; 4 milyon civarında insan da yerinden yurdundan oldu. Ekonomik tahribat, yiyecek sıkıntısı, açlık ve yetersiz beslenme de cabası.
Irksal, etnik ve dinsel farklılıklar temelinde işleyen bu kanlı süreçte en önemli dönüm noktası, 1989’da Albay Ömer el-Beşir’in bir askeri darbe ile yönetime el koymasıdır.
İç savaşın sürdüğü dönemde iktidardaki koalisyon hükümetinin yetersizliği gerekçe gösterilerek gerçekleştirilen darbe, siyasal İslâm’ın İran üzerinden bölge coğrafyasında revaçta olduğu bir zaman kesitinde İslamî şeriatı, Animist ve Hıristiyan Güney’i de kapsamına alacak şekilde işlerliğe soktu.
Bu dönemde etkili bir diğer figür, Hasan el-Turabî’dir. Mısır’ın Müslüman Kardeşler hareketinin Sudan’daki yansısı olarak değerlendirilebilecek “Millî İslâmi Cephe”nin lideri Turabî, Ömer El Beşir’in hem ideolojik rehberi hem de akıl hocasıdır.
Darbe sonrası dönemde Sudan’ın sıkı sıkıya İslâmîleşmesi yolunda omuz omuza hareket eden bu iki isim, zamanla ihtilaf içine düştü. 1993’ten itibaren kendini Cumhurbaşkanı ilan edip tek parti (“Milli Kongre Partisi”) yönetimi altında totaliter bir İslâmi devlet oluşumuna giden Beşir’e karşı Turabî, Meclis Başkanı olarak demokratik-parlamenter nitelikli bir İslâmî rejim çağrısıyla itirazını yükseltti. Bunun üzerine Turabî’nin kendisini devirme planları içinde olduğu vehmine kapılan Beşir de eski rehberi ve hocasını mahpuslukla tanıştırdı.
Turabî’nin hayatı, 2016’da ölümüne kadar zindanla ev hapsi arasında mekik dokumakla geçmiştir.
İslâmi şeriat ile İngiliz hukuk sisteminin alaşımına dayalı bir yönetim anlayışıyla sürdürdüğü iktidarının ilk döneminde Ömer El Beşir, ayrılıkçı Güney’e etkin taarruzlarda bulunmasına, hatta bir ara Güney’de Kenya-Uganda sınırına kadar dayanıp tam bir denetim sağlamasına karşın orada kalıcı olamadı.
Bunda özellikle Beşir rejiminin İslâm’ı ve Arap dili/kimliğini Güney’e dayattığını ileri sürerek Batı-Hıristiyan dünyasını harekete geçiren, Güney’deki direnişin öncü gücü Sudan Halk Kurtuluş Hareketi’nin propaganda başarısını da görmek gerekir.
Sonuçta İslâm ve Araplaşma, ülkenin Kuzey kesimiyle sınırlı kalırken, rejimin bazı bağlantıları da onu Batı dünyası, özellikle de ABD nezdinde “terörizmi destekleyen devlet” durumuna soktu. Bu iddianın en büyük dayanağı, ülkenin 1990’larda El Kaide ve Usame bin Ladin’e ev sahipliği yapmış olmasıdır. Öyle ki “11 Eylül” (2001) öncesi Usame, Hartum’da bir “iş adamı” kredisine sahipti. Tabii zamanla ülkenin içinde bulunduğu uluslararası izolasyona son verme yolunda Sudan’ı terk etmeye zorlanmıştır.
Ama dünyadan izolasyonu gerekçelendirip haklılaştıran başka tasarrufları da oldu El Beşir’in ki Darfur bunların başında gelir.
Güney Sudan’ın İslamcı Kuzey’den bağımsızlaşma mücadelesinin tetikleyici etkisiyle ülkenin batısındaki Darfur’da da bağımsızlık isteği yerel düzlemde kendisini gösterdi. Burada Güney Sudan’da olduğu gibi Animist-Hristiyan bir etno-dinsel doku yoktu, ama “etno-ekonomik” temelde tarımcı-hayvancı kabileler ayrışması ve çıkar çatışması vardı. Dolayısıyla “otonomi” arayışına girmiş yerel güç odakları karşısında Beşir yönetimi “çiftçi-çoban (tarla-otlak) çatışması”nı kışkırtarak Darfur’da 2003’te patlayan iç savaş sürecinin önünü açtı.
Üç yıl içinde 250 ile 400 bin civarında insanın hayatını kaybettiği, 2,5 milyon insanın da yerinden edildiği olaylar sonucu Ömer El Beşir, Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından soykırım yapmakla suçlandı. 2009’da da hakkında yakalama kararı çıkarıldı.
O yüzden yıllarca hiçbir Batı ülkesine gidemese de aynı süreçte Türkiye ile gayet sıcak ilişkiler içindeydi ve defalarca ziyarette bulunup bir dolu ekonomik iş birliği anlaşmasına imza attı o…
Ömer El Beşir’in İslami diktatörlüğü içte ve dışta karşısına çıkan pek çok soruna rağmen 20 yılı aşkın süre sarsılmadı; tâ ki Güney’in bağımsızlığını kazanmasına kadar!..
Darbeyle gelen Beşir’in şimdi darbeyle gidişinin önünü açan en önemli gelişme, 2011’de Güney Sudan Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla, bu dikta rejimini ayakta tutan kaynak olan petrol gelirlerinin kaybı ve buna bağlı ekonomik çöküştür.
Yıllarca ABD-merkezli Batı yaptırımları karşısında dünyanın başka güç merkezlerine yönelen Sudan aradığını en çok Çin’de bulmuştu. Batı’nın hiç olmadığı Sudan’da Çin, ciddi bir iktisadi etkinlik sergiledi, harıl harıl petrol çıkardı, işledi ve ülkesine götürdü.
Böylece El Beşir yönetimi de ekonomik bir “zindelik” içinde ayakta kaldı.
Ancak ülkenin petrol üretiminin dörtte üçünün yer aldığı Güney Sudan’ın bağımsızlaşmasının ardından, bu kaynaktan mahrum kalındı. Önceleri petrolün işlendiği ve dış dünyaya ihraç edildiği noktalar Kuzey’de olsa da Güney Sudan yönetimi kendi petrolünü yurt dışına çıkarma yolunda alternatif rotalar bulmakta da gecikmedi.
Sonuçta etnik, dinsel ve dilsel çeşitlilik içinde bir coğrafyayı “Arap-İslamlaşma” doğrultusunda türdeş hale getirmeye çalışan Ömer El Beşir tiranlığı için çanlar çalmaya başladı.
Ve işte bugün tüm dünya ile birlikte onun son demine tanıklık etmekteyiz.
Ömer El Beşir, İslamcılığın sonbaharı veya post-İslamizmin başlangıcı denilebilecek bir dönemde (1989) ülkesinin “heterojen” kültürel demografisini siyaseten İslamileştirmeye kalkıştı. Tepkiler patlayınca hem kırdı geçirdi hem de iktidarını sürdürebilmek için kutuplaşma ve çatışma/çatıştırma siyaseti güttü.
Ama işte etnik, dinsel ve kabilesel bir kültürel çeşitlilik içindeki yapısı siyasi İslam zorlamasına gelmeyen bir coğrafyada bölünmeye de yol açtı, o bölünme doğrultusunda kendi kuyusunu da kazmış oldu.
Geriye de demokrasi vaat etmekten hayli uzak bir diktatoryal siyasi kültür mirası bıraktı.
Tam anlamıyla ibretlik bir vaka!..