2009 yılında, danışmanlık ve yürütücülüğünü üstlendiğim bir etnografik çalışma bünyesinde araştırmacı olarak bulunan, İstanbul Üniversitesi İşletme Bölümü'nden bir kız öğrenciyle sohbetimizde onun bana söylediklerini hiç unutmadım.
Kendisi Mardin doğumluydu ve 11 çocuklu bir ailenin 11'inci çocuğuydu. Evet, annesi tam 11 çocuk doğurmuştu.
Ama şimdi benimle sohbet eden, yakında üniversite mezunu olacak genç kadın, annesinin bu durumunu zikrettikten sonra devamında, "Bana hiç kimse, değil 11, 3 çocuk bile doğurtturamaz Hocam" demekteydi.
Türkiye toplumunun kültürel dokusundaki değişmeyi hiçbir şey bu anekdottan daha özlü ve esaslı anlatamaz. Sadece bir kuşakta ortaya çıkmış, zihinsel, bilişsel, değersel, duygusal ve varoluşsal bir dönüşüm var karşımızda.
Mardin'in kırsal-pastoral toplumsal ikliminden İstanbul'da İşletme tahsil etmeye gelmiş genç kız, Türkiye'de vuku bulan hızlı, tabii aynı zamanda sarsıcı olduğu da hiç kuşku götürmez değişimi bize çarpıcı şekilde aksettiriyor.
Kırsal-pastoral (feodal) bir yaşam biçiminden, şehirli-profesyonel (burjuva-kapitalist) yaşam biçimine;
İçerisinde bireyin olmadığı, hele hele "kadın-birey"in hiç olmadığı bir "cemaat toplumsallığı"ndan;
Bireyin, ama asıl meslek sahibi ("profesyonel") ve kendi özgür aklıyla, iradesiyle, kararlarıyla yaşamayı kafasına koymuş kadın-bireyin de artık ortaya çıktığı "cemiyet toplumsallığı"na, yani modern topluma geçişin;
Nasıl ve neredeyse ışık hızı ile gerçekleştiğini düşünmeye imkân verir bir örnektir bu.
Batı dünyasında yüzyıllara yayılır mahiyette ekonomik, teknolojik, politik, kültürel dönüşümlerle ortaya çıkmış tablo, yukarıdaki anekdot dikkate alınacak olursa, yaşadığımız coğrafyanın bir köşesinde kendisini bir kuşakta çarçabuk dışa vurmuş gibidir. Tabii ki sorunları, sancıları, gerilimleri, çatışmaları, kaygı ve rahatsızlıklarıyla…
Mevzubahis ettiğim öğrencinin annesi, anneannesi, anneannesinin de annesi ve diğerleri, geriye doğru izi sürülebilecek şekilde, esasen evde eşlerine (kocalarına) maddi-manevi destek üretmek ve çocuk doğurup büyütmekten öteye gitmeyen bir varlık koşulu içinde olmuşlardır.
Genç kız öğrencimizin annesi ve annesini önceleyen tüm kadınların yaşadıkları topraklarda hiç değişmeksizin süre gelmiş bu yaşam "gergefleri", o annenin 1990'lar başında dünyaya gelmiş kızının dünyasında kırıldı.
2009'da benim karşımdaki üniversite son sınıf öğrencisi, Mardin doğumlu genç kadın, "Bana kimse 11 çocuk doğurtturamaz" demiyordu sadece. Öyle hemencecik evlenme niyetinde olmadığını da söylüyordu. Hayatı tecrübe edecek ve işine-gücüne bakacaktı önce. Çalışan, çalışarak kendi ayakları üzerinden durabilen ve hak ettiği kariyeri-itibarı toplum nezdinde elde edebilen bir kadın olacaktı.
Ev kadını değil, "iş kadını" olacaktı her şeyden önce ve her şeyin ötesinde.
Bu öncelik hayata geçtikten sonra, eğer uygun bir seçenek de karşısına çıkarsa evliliği de çocuk yapmayı da düşünebilirdi tabii. Ama bu da olsa olsa bir ya da iki çocuk olurdu.
Asla ama asla, daha fazlasını düşünmezdi.
Önceliği çalışan birey-kadın olmak olduğu için, evlilik, aile, ev ve çocuk ancak bu öncelikle uyarlı mahiyette ve kapasitede yaşamında yer almak zorundaydı.
Şimdi bugün 10 yıl sonra bu öğrencim nelerin neresinde ne yapıyor, bilmiyorum.
Fakat hâlâ bu topraklardaysa, yukarıda aktardığım ideallerini gerçekleştirme yolunda, eğer kendi ailesinin baskılarına karşı çıkıp direnebilmişse de yaşadığı ülkenin siyasi iktidar sahiplerinin aynı doğrultudaki baskılarıyla nasıl başa çıkabildiğini merak ediyorum en çok ve de kaygıyla!..
Söz gelimi, iş güç sahibi olup kendi ayakları üzerinde durarak keyfince yaşamayı sürdürürken, diyelim ki babasından ha bire gelen, "Kızım bak evde kaldın, evlen artık kocanı bil, çocuğunu al kucağına" gibisinden telkinlere, "Ya saçmalamayın, Allah aşkına bırakın beni kendi halime, karışmayın hayatıma" diyorsa da…
Acaba bu ülkenin Cumhurbaşkanı'nın ağzından aynı yörüngede çıkan sözleri duyduğunda ne yapıyordur, kendini nasıl hissediyor, içinden neler söylemeyi geçiriyor ama hiçbir şey söyleyememenin sonucu olarak ne gibi ruhsal gerilimler, sıkışıklıklar yaşıyordur?..
Bunları ben düşünmek dahi istemiyorum!..
Türkiye'de düne kadar kırsal-feodal ekonomik ve kültürel yaşam kalıbı ve koşullarının geçerli olduğu bir bölgeden çıkan, bugün 30'lu yaşlarına yaklaşmış bir genç kadının yukarıda aktardığımız 10 yıl önceki söyleminin bize yüzü geleceğe dönük bir sosyolojik realiteyi aksettirdiği söylenebilir.
Geçtiğimiz perşembe günü Beştepe'de yaptığı konuşmada Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın şu sözleri ise bu sosyolojik realite ile hiç mi hiç alâkası olmayan, alabildiğine geçmişe dönük, zamanın zihniyet ve ruhundan alabildiğine kopuk bir "teolojik ideal" empozesi olarak karşımıza çıkıyor:
"Ben niye en az üç çocuk diyorum. Güçlü milletler güçlü ailelerden oluşur. Yıllarca maalesef doğum politikasında kısırlaştırma politikası güttüler. Niye? Türkiye'nin nüfusu azalsın diye. Ben de tam aksini söylüyorum. Nüfusumuz çoğalmalı. Aile kurumu dağıldığında nüfus da azalmaya başlıyor. Çünkü sadece bireylerin ve onların hayat biçimlerinin hâkim olduğu yerde çocuğa yer bulunamıyor. Bu yüzden pek çok Batı toplumu bir süre sonra yeryüzünden silinme tehdidiyle karşı karşıya kalacaktır. Bakın gençlerimizin evlilik yaşı giderek yukarı doğru çıkıyor. Genç yaşta maalesef evlenmiyorlar. Çoğu 30'u aşkın evleniyor ya da evde kalıyor. Böyle bir şey olabilir mi ya?! Devlet babadan bahsediyor muyuz? Onun da başında Erdoğan var mı? Var. Ben de şu anda tavsiye ediyorum. (…) Rabbimiz nikâhlanınız, çoğalınız buyuruyor. Sevgili peygamberimiz ne buyuruyor; kıyamet gününde diğer topluluklara karşı ümmetimin çokluğuyla övüneceğim. Bunlar çok önemli."
Şimdi bu sözlerde o kadar sorun var ki neresinden başlayıp altını çizmeli, bilemiyorum!..
Bir kere "evde kalmak" gibi, geleneksel ataerkillikle ilişkili ve bu topraklarda evlenmemiş kadınlara yönelik küçük düşürücü, itibarsızlaştırıcı, onları adeta yaşarken ölüme mahkûm kılan amiyane bir ifadenin böylesine rahat, olağan ve doğallaştırılmış şekilde kullanımının siyasi erkin zirvesinden gelmesi vahim!.. Üstelik yukarıda yazı başında aktardığımız küçücük örnek düşünüldüğünde bile, hayatın sosyolojisine karşı, "akıntıya kürek çekmek" nev'inden bir ifade bu.
Ayrıca, "Devlet babadan bahsetmiyor muyuz; onun da başında Erdoğan var mı var. Ben de bunu tavsiye ediyorum" şeklindeki sözlerin de Türkiye'yi çağdaş-demokratik bir toplum olarak, en azından düşüncede, idealde, hayalde var sayma imkânlarının bile elimizden alındığı bir paternalizm ve patrimonyalizm dışa vurumu olarak not edilmesi gerekir.
Topluma (ki onun yarıya yakını Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığını demokratik bir hak olarak kullandığı oylarla onaylamamış durumda), "Ben sizin babanızım, ben ne dersem o olur" demeye getiren bir paternalist yaklaşım… Ve ülkenin, üzerinde yaşayan herkes dâhil olmak üzere bütünüyle liderin mal varlığı gibi telakki edilmesi demek olan "patrimonyalizm" (bkz. Metin Heper, Türk Kamu Bürokrasisinde Gelenekçilik ve Modernleşme, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 1977, s. 36).
Erdoğan topluma bakışında bu nokta ve düzeyde olsa da Türkiye'nin toplumsal-kültürel ve psikolojik kapasite itibarıyla, üstelik dindar-olmayanlar kadar dindar-muhafazakârlarıyla birlikte bu noktanın çok ötesinde, üstünde ve uzağında olduğunu kaydetmek gerekir.
Aslına bakılırsa Türkiye toplumunun Erdoğan'ın murat ettiği kültürel seviyenin çok uzağında olduğu kadar, Batı'da aile-evlilik kurumlarının çözülmesinde gelinmiş olan noktanın da uzağında olduğu söylenebilir.
Bir yandan birey olmak, ama öte yandan da bir maddi-manevi şebeke olarak aileden tamamen kopmama noktasında Türkiye ortalamasının bir ara formül arayışında olduğunu görmek zor değil. "Geç" olduğu söylenen 30-yaş evlilik sınırı da "en az üç çocuk" yerine "en çok iki çocuk" tercihi de toplumun modernlik-gelenek ikiliği ve gelgitinde bulmaya çalıştığı bir çözüm aslında…
11 çocuklu Mardinli ailenin kızı olan İşletme son sınıf öğrencisi genç kadın evlenmem demiyor (elbette onu da diyebilir, ama demiyor). Çocuk sahibi olmam da demiyor.
Ama önce işim, kariyerim, kadınlığım, özgürlüğüm, bireyselliğim, sonra da uygun kişi çıktığında evlilik ve çocuk diyor.
Genel tablonun üç aşağı beş yukarı bu şekilde olması kuvvetle muhtemel. Nitekim biraz da bu yüzden Cumhurbaşkanı şikayetlenmesini asıl olarak geç evlilikler ve az çocuk sayısı üzerinden üretiyor hep.
İnsanlar bu coğrafyada "modernite"nin onları "eski hayat" ve "yeni hayat" gelgitinde kıstıran sorunlarına mümkün mertebe çözüm yolları geliştirmiş gidiyor esasında… Ama bu, Türkiye'yi kendilerince bir dindar-muhafazakârlık cenderesine sıkıştırmak isteyenlere yetmiyor; aksine bu "çözüm"ü dahi "sorun" sayıp, onu bertaraf etme yolunda daha oylumlu sorunlara bilmeksizin, görmeksizin, fark etmeksizin kapı açıyorlar.
Batı'nın bireycilik ve aşırı bireyselleşme sonucu, aile-akrabalık gibi destek ve dayanışma ağlarının zayıflamasıyla bağlantılı olarak yaşadığı sorunlar var mı, var tabii. Ayrıca bu sorunun aşılması yolunda çaba gösterme girişimleri de var.
Ama hiç kimse bu "çağdaş" sorunları çözme yolunda çağın çok ama çok gerisinde kalmış şekilde, feodal zamanların "birey"i yok sayan, kadını kamusal alandan çıkarıp eve hapseden, erkeği kadına her bakımdan egemen kılan cemaat toplumsallığına ricat etmeyi ("geri çekilme"yi) önermiyor.
Aile de evlilik de akrabalık da ahbaplık dostluk-arkadaşlık da bu çağın dinamiklerine ve parametrelerine göre yeni formüller ve formatlarla karşımıza çıkıyor veya çıkarılmaya çalışılıyor.
Türkiye'de gerek Cumhurbaşkanı'nın "erken evlenin, çoğalın" tavsiyesi, gerekse onun izindeki Diyanet Başkanı'nın "mutlaka ikinin üzerinde, üç-dört çocuk" salık vermesi ve genç yaşta evliliği, çok çocuk yapmayı "Peygamber efendimize layık ümmet yetiştirme"nin gereği sayan sözleri, geleceğe yol alan toplumun sorunlarını geçmişe dönük okuyup, çare diye "yangına benzin dökmeye" yol açabilecek öneriler olmaktan öteye gitmiyor.
Her ikisinin de bir tık ötede görücü-usulü evlilik önerisinde bulunmalarına ramak kaldığını da düşünmeden edemiyor insan!..
Hasılı kelam, yeryüzünde "kanser hücresi" mahiyeti arz edip, çoğala çoğala dağı, taşı, toprağı, havayı, suyu, okyanusu tükete gelmiş insanlığın bu coğrafyada kendilerine düşmüş payını, ha bire çoğalttıkları betonlar gibi artırma yolunda çoluk-çocuğa "erken evlenin, doğurdukça doğurun, çoğaldıkça çoğalın" diyorlar.
Çevrebilimden de toplumbilimden de insanbilimden de ruhbilimden de bîhaber, tanrıbilimin İslamî sürümünü de alabildiğine popülist bir darlık ve sığlıkla istismar ederek kul-yapımı bir kıyamete giden yola taşları cevvalce döşemeye devam ediyorlar.
Biz kendi ana-babalarımızdan bizim çocuklarımıza, onların torunlarına, "Bu çocuk hâlâ evlenmiyor mu, oku-çalış nereye kadar sürecek böyle, bu gidişle evde kalacak" diye söylenmeleri, "Allah aşkına karışmayın yahu" diyerek tatlı tatlı savuşturup susturuyoruz onları da...
Peki, "Devlet Baba"yı kim susturacak bu özel konulara müdahil olmaması hususunda?..
Acaba evliliğini 31 yaşında gerçekleştirmiş kendi kızları Hanımefendi, "Babacığım bırak artık, devir değişti, n'olur girme sen artık bu konulara" diyemez mi ki Zatıalilerine?..
Hiç kimsenin değilse belki onun bir nebze de olsa sözü geçiyordur, kim bilir?!..