Geçtiğimiz yılın en acı ve hüzün verici olayı kanımca tarihsel-sosyolojinin 21'inci yüzyıla erişebilmiş abide ismi ve küresel kapitalizmin en güçlü eleştirmeni Immanuel Wallerstein'in aramızdan ayrılmasıdır (31 Ağustos 2019). Wallerstein, geliştirdiği "Dünya Sistemi Kuramı" ile kapitalizmin tarihsel işleyişini anlama yolunda eşsiz bir açıklama anahtarını elimize tutuşturdu. Yokluğu entelektüel ufkumuzda çok büyük boşluk yaratacak. Neyse ki çalışmaları elimizin altında ve onlarla biz, yeryüzünü ekolojik kıyamet eşiğine getirmiş dünya-sistemi üzerine geçerli çözümleme ve yorumlara gitme yolunda hâlâ yabana atılmaz teçhizata sahibiz.
Wallerstein, 2016 yılında bu ülkede iktidar kaygılarıyla uyarlı çerçevede sürdürülen kanlı ve kirli bir çatışmanın son bulması için siyasi otoriteye akademik çağrı niteliğindeki Barış İçin Akademisyenler bildirisinin altına da imza koymuş bir isim. Onun bizim coğrafyamıza içsel bu onurlu duruşu önünde saygıyla eğilirken, bir çalışmasında yer alan sözlerinden ilhamla kendisini AKP üzerine yapacağım bu "yıl sonu değerlendirmesi"nde de baş köşeye oturtmak istiyorum!..
2001'deki korkunç "11 Eylül" hadisesinin ardından yazdığı Amerikan Gücünün Gerileyişi – Kaotik Bir Dünyada ABD (Metis, 2004) başlıklı kitabında şunları yazar Wallerstein:
"ABD'nin önümüzdeki on yıl içerisinde dünya meselelerinde tayin edici güç olma konusunda gerilemeyi sürdüreceğine pek şüphe yok. Asıl soru, Amerikan hegemonyasının azalıp azalmadığı değil, ABD'nin zarafetle, dünyaya ve kendisine asgari zararı vererek düşmenin bir yolunu bulup bulamayacağıdır."
2000'lerin ortasından bugüne kadar geçen sürede Wallerstein'in sorusunun ne kadar geçerli olduğunun anlaşıldığına kuşku yok. ABD zarafetle düşmesini bilemedi. Irak ve Suriye ekseninde Ortadoğu'da kendisine ve tabii kendisinden çok daha fazla, bizim de bir parçası olduğumuz bölge coğrafyasına büyük zarar vererek düştü.
Wallerstein'in ABD'ye değgin ortaya attığı geçerli sorunun, dünya üzerinde irili ufaklı bütün hegemonik siyasi güçler için işlerliğe sokulabileceği düşünülebilir. Bunların arasına 2000'lerin başından itibaren Türkiye'de iktidara gelen ve 2010'lar dönümünden itibaren de bu topraklarda hegemonik partiye dönüştüğü söylenebilecek AKP'yi eklemek de yanlış olmaz.
AKP'nin 2002'de yüzde 34,42 oyla iktidar oluşu, bir hegemonik güç olarak Türkiye'nin kaderini belirleyebilecek noktada bulunduğu anlamına gelmez. 2002'den 2007'ye kadar olan süreç onun siyasi anlayış ve pratiğini topluma kabul ettirme ve dünya sistemi (küresel kapitalizm) içinde kendini meşrulaştırma yolunda çaba sergilediği bir dönem olarak değerlendirilebilir. Bu dönemde siyaset dili kapsayıcı ve birleştiricidir; parti-içi işleyiş, kolektif ve çok seslidir; yüzler Batı'ya, liberalizme ve elbette geleceğe dönüktür.
Ayrıca, henüz FETÖ diye lanetlenmenin çok uzağındaki Gülen Cemaati'nin moral-kültürel, finansal-ekonomik ve küresel-politik katkısına dayalı bir ittifak stratejisi de mevzubahistir.
Bu doğrultuda, değişme diye diye, "dinamik" bir siyasi hareket olarak 2000'ler Türkiye'sinin önüne çıkıp farklı toplumsal katmanlar ve kültürel kesimlerden kitlesel destek gören AKP, o dönemde karşısında "Statüko"yu temsil edenler onun üzerine geldikçe daha da büyüdü ve güçlendi. 2007 Cumhurbaşkanlığı seçim (367) krizi ve ona eşlik eden 27 Nisan e-Muhtırası, ardından gelen genel seçimde elde edilen yüzde 47 oyla, 2007'den 2011'e kadar geçen bu ikinci dönem, AKP açısından kurulu düzenle (Kemalist sivil-asker bürokrasi) yer yer hukuku da ayaklar altına alarak sürdürülen kıran kırana bir mücadele süreci olarak karakterize edilebilir. Bu süreçte de yine "dünya sistemi"nin desteği arkasında olarak ve ittifak ortağı malûm cemaatle el ele kol kola gönül gönüle yol alınmıştır.
Ardından 2011 genel seçimlerinde ülkenin neredeyse yarısının (yüzde 49,95) kitlesel desteğini arkasında bulmasıyla başlayan süreçte AKP, işte o zaman hegemonik bir parti haline, lideri de artık "eşitler-arasında-birinci" olmaktan öte kendisini "eşitler-ötesi", aşkın ve mutlak bir muktedir hissetme noktasına geldi.
Böylece, özellikle 28 Şubat sürecine endeksli şekilde hep bir siyasi-dayanak olarak dillere dolanmış mağdurluk bitti; "mağrurluk", yani kibir, hoyratlık, nobranlık kendini gösterdi.
Artık giderek tadı alınmış iktidarı bırakmama, daha doğrusu o iktidarın esiri olma doğrultusunda karanlık, çirkin, kirli siyasi taktik ve stratejiler benimsenir oldu. İftiraların, cadılaştırmaların, kul hakkı yemelerin önü açıldı.
Demek ki bu ülkenin AKP hegemonyasına, liderinin despotlaşmasına ve dinbazlık dayatmasına uğrayışı, esasen 2011 sonrasının karakteristiğidir. Karşımızda artık, mutlak-iktidar yozlaşmasına uğramış bir parti ve güç zehirlenmesi içinde kendini her şeye muktedir sayan; siyasal, ideolojik, kültürel yönden kendisinden ayrı düşen, düşünen herkesi düşman sayan bir lider vardır.
2013 Gezi olayları, bu saydıklarımıza toplumsal bir tepki, bir kültürel-yaşamsal "çığlık" olarak AKP'nin hegemonik çözülüşüne giden yolda ilk büyük çaplı kitlesel işaret fişeği sayılabilir. Adına "inşa süreci" denilerek, AKP iktidarının topluma yeni bir yaşam biçimi dayatma yolunda sergilediği şedit siyasi tavra karşı atılmış bir toplumsal-kültürel çığlıktı bu. Sosyolojik önemini inkâr ederek polisiye güçle ezdiler; anlamaya değil, (mesela "Gezi-zekâlılar" diye) aşağılama yönüne gittiler; bünyesinde yer alan toplum kesimlerine yönelik, "Yüzde 50'yi zor tutuyorum" diyerek kutuplaştırmacı siyasetin önünü açtılar.
"17-25 Aralık" (2013), din diye diye mangalda kül bırakmazken nasıl dinbazca yolsuzluklara, kul hakkı yemelere teşne olduklarının ifşası ve ikinci "hegemonik çöküş" işareti sayılabilir. Onun da üstünü örtüp hadiseyi onca yıl "iktidar kankalığı" yaptıkları ama artık kan düşmanı oldukları dinî oluşumu "PDY" (Paralel Devlet Yapılanması) diye kriminalleştirip lanetlemeye vesile kıldılar. Yıllarca siyasi "hısımlık" edip artık "hasım" oldukları bu cemaate de hiç mi hiç güvenmeyen kendi kitleleri, 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde onların arkasında durdu durmasına, ama 7 Haziran 2015 genel seçimlerinde de "Artık siz de durun, yeter" diyerek bir başka işaret daha vermekten geri kalmadı.
Bu üçüncü "çözülme" işaretini de mutlak iktidar arzusunun körlüğüyle görmezden gelip, yıllarca dillerinden düşmeyen "barış süreci"nden sonra ülkeyi yeniden çatışma ortamına sokarak, kazandıkları 1 Kasım 2015 tekrar-seçimi ile bastırmayı tercih ettiler.
Geldik "15 Temmuz" (2016) darbe girişimine. Onu da mutlak iktidar sarhoşluklarını uzatmak ve artık FETÖ'leştirdikleri oluşumu kazıdıkça altından kendilerinin fışkırdığı gerçeğini unutturmak için, yaşanan felakette hiçbir dahli ve sorumluluğu olmayan muhalif toplum kesimlerini ezme yolunda OHAL uygulaması ve KHK'larla fırsata çevirdiler.
Böylece 2017-2018'lere ve Referandum'da bir dolu şaibe eşliğinde kıl payı, toplumun topluca onayını hiç aramaksızın Başkanlık yolunda "atı alıp Üsküdar'ı geçme"lere intikal ettik. Sonra parlamentoyu sıfırladılar; kuvvetler ayrılığını "giderdiler"; hukuku "guguk", bağımsız yargıyı kendilerine göbekten bağımlı kıldılar; basını-medyayı zavallı bir yandaşlığa tâbi hale getirdiler; üniversiteyi ezdiler, akademik özgürlüğü yok ettiler, düşünceyi tutsak aldılar.
Bu süreçte dünyada da Türkiye'de de hatta kendi bünyeleri içinde de yalnızlaştılar. Aslında ortada parlamento, hukuk, yargı, medya, akademi kalmadığı gibi AKP de kalmadı. Bir "tek-adam-yalnızlığı"ndan başka bir şey kalmadı ortalıkta.
"Dinbaz" diye siyasi meşreplerini belirlediğimiz malûm.
Dini retoriği ve pratiği "zahiren" (görünürde/yüzeyde) garip-gurebaya, fakir-fukaraya telkin ettiler, yutturdular, sattılar; ama kendileri, derinden derine dünyevi zenginlik, hırs ve iktidara tamah ettiler. Böylesi bir dinbazlıkla toplumu kültürel bağlamda bir dinî vesayet altına almaya çalıştılar.
"Dünya, dünyevî yaşanır"; bu sade ve basit formüle arkalarını döndüler.
Laikliğin "dünyanın dünyevî yaşanması" demekten başka bir şey olmadığını; bunu isteyenlerin de sadece karşılarında konumlanan "yüzde 50" değil, kendilerine oy veren diğer yüzde 50, yani dindar-muhafazakâr kesim de olduğunu sosyolojik yetersizlikleriyle görmediler.
"Soğuk Savaş" döneminin siyaset anlayışını dinî bir retorikle sarıp sarmalayarak dindar-muhafazakârların genç "Y ve Z-kuşakları"nın bile kendilerine yabancılaştığını fark edemediler.
Her şey bir yana, 2002'deki o değişme vaatlerinin yerini artık "bekâ vaadi" almış; kendisini değişmez/değiştirilemez ve "ezeli-ebedi" gösterme yolunda çırpınmalar başlamış; bu yolda her türlü entrika, ayak oyunu ve ilkesizlik mubah sayılır olmuştu.
Böylece geleceğe bakamadığı için toplumu geçmişe kilitlemek isteyen ve yegâne hedefi bir Tek-Adam'ın otoriter eğilimlerini tatmin etmeye dönük hale gelen bir aygıta dönüştü AKP.
Hegemonik gerilemede gelinen son nokta burasıydı ve toplumsal-kitlesel karşılığını 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde buldu.
Seçimin sonucu AKP açısından "Yangın var" demeyi gerektirmekteyken, Parti'nin lidere teslim olmuş kadroları, daha doğrusu emir-erleri yangına körükle gittiler ve seçimi yenilettirdiler. Yenilenen seçimde 23 Haziran'da uğradıkları ağır hezimet sonrası artık yapacak hiçbir şeyleri kalmamış olarak paralize bir görüntü sergiliyorlar.
Yıllarca "kral çıplak" diyen herkesi kırıp geçirdiler, esaret ve ezaya mahkûm ettiler. Şimdi kendi "kraldan çok kralcı"ları tarafından dahi terk edilme, hatta telin edilme noktasındalar ve kuşkunuz olmasın, ilk taşı atacak olanlar da yıllarca kendilerini en çok baş tacı edenler olacaktır!..
Yukarıda belirttik, "Gezi", bir hayat isyanı idi ve orada karşılarında olan, yutturmaya çalıştıkları gibi dış güçler, iç illegal örgütler, "faiz lobisi" falan değil başlı başına hayattı. Haziran 2013'te Gezi'de bunların dinbazlıklarına isyan eden hayat, Haziran 2019'da onları sırt üstü yere serdi.
AKP hegemonyasının gerileyişinin tamamlandığı ve "düşüş"ün başladığı noktadır burası.
Erbakan'dan Erdoğan'a, Türkiye'de İslami siyaseti süreklilikleri ve değişmeleri, takıntıları ve kırılmaları ile yaklaşık 50 yıldır içeriden bilen, mevzubahis iki siyasi figüre de gayet yakın olmuş bir zat, geçmiş yıllarda bir sohbetimizde AKP iktidarının hali pür melâli üzerine konuşurken, "Asıl belediyelerde iktidar olduk biz" demiş ve şöyle devam etmişti: "Zaten 'iniş', ta o zaman başladı".
Biraz daha açmasını istediğimde ise şunları eklemişti:
"1994'te iki büyük şehir, İstanbul ve Ankara'nın alınmasından sonraki dönem, Mekke'nin Fethi'nden sonraki Müslümanlıktır. 'Rant Müslümanlığı' yani… Daha önce 'Dava' ya da 'Cihat' adına toplanan her şey, bundan sonra 'Nefs' [kişisel çıkarlar] için harcanır oldu."
Bu ilginç değerlendirmeyi ve kullanılan mecazları biraz daha geliştirmeye çalışarak şunları söyleyebiliriz:
1994'ten 2000'ler dönümüyle birlikte 2010'lara kadar AKP'nin "Cemaat"le ittifak içinde şekillenen iktidar süreci, Mekke'nin Fethi'nden "Hulefa-i Raşidîn" yani Dört Halife Devri'nin sonuna kadar gözlenmiş ve hilafet (yönetme) kavgası üzerinden kişisel çekişmelerle, nüfuz mücadeleleriyle geçmiş döneme benzetilebilir.
Ardından İslam tarihinde karşımıza çıkan ve Suriye valisi, Ebu Süfyan oğlu Muaviye öncülüğünde hilafetle saltanatın buluşturulduğu Emeviler dönemi ise, "Saray Müslümanlığı", diğer deyişle "Kisrâlık" olarak, AKP'nin 2011-sonrası siyasi pratiğinin tanımlanması yolunda bir analoji olarak önerilebilir.
Kendisine "Halifetullah" sıfatını da uygun görmüş Muaviye'ye atfen kullanıma sokulmuş "Arap Kisrâsı" tabirindeki kisrâ, Arapların İran Sasanî kralları için işlerliğe soktukları, Bizans İmparatorluğu'ndaki karşılığı da "kayzer" olan bir ünvandır. Karakteristik emareleri zenginlik, ihtişam, şaşaa ve bunları tamamlayıcı mahiyette otoriterlik, otokratlık, "astığı astık-kestiği kestik"lik olan bir ünvan.
Türkiye'de sergilenmekte olan iktidar pratiğinin mahiyeti kanımca en çok bu tabirle titreşim arz etmekte. Bugün AKP, bir siyasi parti değil, bir "kisrâlık müessesesi"dir.
Ama nasıl Emevi Kisrâlığı'na karşı İslam coğrafyasında siyasî-itikadî tepkisel iç-hareketler baş gösterdiyse, bugün AKP ile özdeş sosyal-kültürel bünye içinde de benzeri tepkisel oluşumlar artık kendisini dikiş-tutmaz şekilde dışa vuruyor. Abdullah Gül, Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan kanlı-canlı ortadalar.
Yine de bir istibdat bugünden yarına eriyip buharlaşacak değil. Hâlâ gidilecek yol var. Bu yolda, özellikle 7 Haziran 2015 seçimlerinden bu yana mutlak iktidarlarının bir türlü konsolide edilememesinde en büyük etken sayılan Kürt siyasi hareketi HDP'ye intikamcı motivasyonla saldırganlık devam edecektir. Muktedirin iktidar çaresizliği, "savaş kartı" oynanarak, Türkçü-milliyetçi şovenizme sığınma aczi ve teslimiyeti içinde sürdürülecektir.
Elbette ana muhalefet CHP'de çatlaklar ve parçalanma yaratma hedefiyle her türlü kumpas da işletilecektir.
Ve en önemlisi, kendi dindar-muhafazakâr oy tabanındaki kaynama ve kaynaşmayı, çözülme ve dağılmayı, yeni arayış ve yönelimleri bertaraf etme isteğiyle Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan'ı "enterne etme"ye yönelik her türlü telkin, tekdir, tehdit ve tazyikte de bulunulacaktır.
Yani Tek-adam AKP'sinde pek değişen bir şey olmayacak. Ama işte değişen bir şey olmadığı/olamayacağı için de "Gayrı yeter, bıktık" diyerek çığlık çığlığa genci yaşlısı, kadını erkeği, muhafazakârı moderni, dindarı dindar-olmayanıyla değişim isteyen Türkiye'de de bu AKP'nin bir geleceği olmayacak.
Adını koyduk yukarıda, bu artık "post-AKP" dönemidir Türkiye'nin…
2002'de herkesi şaşırtan çıkışını değişme ve dinamizm vaat etmesiyle gerçekleştiren ama şimdi statikleşmiş, değişmeden değil ha bire "bekâ"dan söz eden, gençlik ve dinçlik değil yaşlılık ve ölgünlük hissi veren bu haliyle AKP'nin geleceği yok.
İstenildiği kadar hâlâ dört parmağı havaya kaldırıp "tek millet tek bayrak tek vatan tek devlet" klişesi ile "ütopya afyonu" yutturulmaya çalışılsın kitlelere, artık bu coğrafyaya umut vaat etmenin çok uzağındalar.
Erdoğan-AKP'si, adalet ve kalkınma adına bir siyasi distopyadır.
Erdoğan-AKP'si, hukuk ve demokrasi adına bir siyasi distopyadır.
Erdoğan-AKP'si, haklar ve özgürlükler adına bir siyasi distopyadır.
Erdoğan-AKP'si toplumsal-kültürel çeşitlilik, çoğulculuk, çok-seslilik adına bir siyasi distopyadır.
Nihayet Erdoğan-AKP'si, elbette ve bence en önemli olarak, dindar-muhafazakârlık adına da artık bir siyasi distopyadır.
Yaşama sevinci yerine şehitlik yüceltmesini, toplumsal değişme yerine "bekâ" yani değişmemeyi, kültürel melezlik ve insani evrensellik yerine kültürel kutuplaşma ve içe-kapalı "yerlileşme"yi öneren bu distopik siyaset er geç, Nâzım'ın deyişiyle, "bir daha geri dönmemek üzere yok olup gidecek".
Mesele bu gidişin, ABD örneğinde Wallerstein'in dillendirdiğine benzer bir söyleyişle ifade etmek gerekirse, kendisine ve Türkiye'ye asgari zarar vererek ve "zarâfetle" olup olamayacağından ibaret.
Biz öyle olmasını diliyoruz!..