Seçim günü köşe yazısı yazmak azaptır. Çünkü yasak, herkesin aklının-fikrinin takılı olduğu bir konu hakkında dolaylı da olsa size hiçbir şey söyletmez ve yazdırtmaz. Diğer taraftan, seçim-dışı yazacaklarınız da okuru çekmez kolay kolay… İki arada bir derede kalırsınız.
Böyle bir günü kurtarmak için formül arayışında ben, Türkiye’nin seçim gününde İslam’ın ilk seçiminden söz etmeyi uygun buluyorum. Ama yine de yazacaklarımla ilgili olarak, “Bu hikâyede geçen tarihi karakterlerin, an itibarıyla bu ülkede yaşayan karakterlerle bir ilgi, ilinti ve iltisak durumu yoktur” notunu her ihtimale karşı düşmekte yarar görüyorum!..
İslamiyet’te ilk seçim halifenin kim olacağını belirlemek için yapıldı. Peygamber’den sonra, onun kurucusu olduğu İslam toplumuna (“Ümmet”) kim liderlik edecek, onu kim yönetecek sorununu çözmek üzere…
Peygamber, vefatı öncesinde bu konuyu muğlak bıraktığı için çözüme ondan hareketle varmak kolay değildir. O yüzden halife ya da müminlerin emiri (“Emirü’l-Mü’minîn”) olarak ortaya çıkma hakkını farklı gerekçelerle kendinde görenler ve onları destekleyenler olmuştur.
Buna bağlı olarak bir “seçim süreci” yaşanmıştır denilebilir ama aslında olan, farklı çıkar grupları arasında kıran kırana bir iktidar mücadelesidir. Sonrasında da İslam tarihinin gidişatında bu çatışmacı dinamiğin hep hâkim olduğu görülecektir.
Oysaki İslam, bilindiği üzere hem “barış” hem de “teslim” anlamına gelir. Bu iki anlamı bileşik çerçevede bir tanıma dönüştürmek gerekirse İslam, “Allah’a teslim ol ve barışı-huzuru bul” demektir.
Tabii bu tanım, yeni bir sosyopolitik düzen olarak ortaya çıkan İslam’ın neyin yerini doldurduğuna bakarak kavranabilir ancak. Birbiriyle sürekli savaş halindeki kabilelerin parçalanmışlık içindeki toplumsal düzenidir yeri doldurulan… Bu parçalanmışlığı kabileler-üstü bir kimlik belirleyeni olarak “Ümmet”, yani “Allaha kullukta kardeşlik” prensibinde aşmayı öneren tektanrıcı İslam, kabileden devlet siyasal örgütlenmesine geçişi temsil eder. Yani “tanrı-çokluğu”ndan “tanrı-birliği”ne manevi geçişin somut-maddi karşılığı, kabile çokluğundan da devlet birliğine geçiştir.
Geçiştir de bu geçiş çok geçmeden eski ama eskimeyen bir hastalık olarak kabileciliğin tekrar nüksetmesiyle bir geri-dönüş rotasına oturur. İşte bunun ilk işaretleri de halife seçiminde karşımıza çıkar.
Halifelik mücadelesi, bir üst-kimlik olarak “ümmet birliği” içinde kavim-kabile, soy-sop, bölge-şehir “asabiyesi” (tutunumu) şeklinde alt-kimlik çokluğunun tekrar sökün edişi demektir. Ortada bir seçim süreci vardır, ama bu süreç öylesine çalkantılı, hararetli ve gerilimlidir ki (aman benzetmek gibi olmasın!) günümüzde bazı “ismi-lazım-değil” memleketlerin sokaklarında, meydanlarında, ekranlarında yaşananları aratmaz pek…
Peygamber’e memleketi Mekke ve kabilesi Kureyş üzerinden en yakın konumda olmuş olanlar (ki isterseniz onlara “Ashap Bürokrasisi” kaydı düşelim!) Ebu Bekir demektedir. O, hem Kureyş’in çok güçlü bir ismi, hem Peygamber’in en yakın ve sadık dostu (“Sıddık”) hem de kayınpederidir.
“Daha ne olsun” diyebilirsiniz. Lâkin “Hicret” mekânındaki Ensar öyle dememiştir.
“Ensar” (Yardımcılar), eski adı Yesrib olan ancak Peygamber’in Mekke’de barınamadığı için sığındığı, buna bağlı olarak “Peygamber’in şehri” (“Medinet ün-Nebi”) adını almış Medine’de yaşayan ve Muhammed’e müşriklere karşı mücadelesinde yardım edenlerdir.
Ve onlar da kendi açılarından halifelik meselesine bakıp demektedirler ki evet Peygamber Mekke’de ve Kureyş’in içinde doğdu, büyüdü ama ne orada ne de o kabilenin içinde barınamadı; biz ise onu bağrımıza bastık. Onun gerçek memleketi artık, adı da üzerinde “Peygamber’in şehri” olan Medine. Dolayısıyla onun halifesi de bizden olmalı!..
Medine’de halife seçimine yönelik telakki bu olmakla birlikte orası da kendi içinde “asabi” (kimliksel) ayrışmalara çoktan kendini kaptırmıştır. Ta İslam-öncesine giden ve Peygamber’in hicreti sonrası bastırılmış bir rekabet, Medine’nin iki köklü kabilesi Evs ve Hazrec arasında halifelik üzerinden yeniden patlak verir. Her iki kabile de halifenin Ensar’dan olmasında ittifak, ancak Evs’ten mi Hazrec’den mi olacağı hususunda elbette ihtilaf (anlaşmazlık) içindedir. Tabii Mekke cenahı ve Kureyş ciheti de bu ihtilafı gayet güzel istismar edip Ebu Bekir’in halife seçilmesi yolunda bundan alabildiğine yararlanmışlardır.
Bu tarihsel sürece dair aktarılanlar, dinin maneviyatının da, İslam’ın barış vaadinin de, ümmet kardeşliğinin de nasıl dünyevi, politik, ekonomik çıkarlar doğrultusunda hiçe sayılarak dindarlıktan “dinbaz”lığa sıçrandığına belki de ilk örneği oluştururlar.
Medine’nin halifelik için ayranının kabardığı anlaşılır anlaşılmaz Ebu Bekir, bir yanına Ömer’i öbür yanına da Peygamber’in kendisine “Ümmetin emini (en doğrusu)” dediği söylenen Ebu Ubeyde’yi alarak Ensar’ın toplandığı Beni Saide gölgeliğine gelir. Burada Kureyş ve Ensar, Mekke ve Medine ikilikleri üzerinden halifelik için sıkı bir tartışma yaşanır.
Prof. Dr. Neşet Çağatay’ın evladiyelik kitabından (“100 Soruda İslâm Tarihi”, Gerçek Yayınevi, 1972) aktaracak olursak, Ebu Bekir ekibinin geldiğini gören bir Ensarlı, “Bizler Resulullah’ın yardımcıları ve hazır askerleriyiz. Ey muhacirler! Siz bizim içimize girerek sığınmış bir topluluksunuz. Emirlik bizim hakkımızdır” der.
Ebu Bekir mukabelede bulunur:
“Bu ümmet önceleri puta tapardı. Tanrı onlara doğru yolu göstermesi için Peygamber gönderdi. Araplara atalarının dinini bırakmak güç geldi. Tanrı, muhacirleri iman ile yüceltti. Onlar Peygamber’e yardımcı oldular ve onunla birlikte müşriklerin eza ve cefasına tahammül ettiler. Bu nedenle onlar, emirliğe herkesten çok haklıdırlar. Ey Ensar! Sizin de İslamiyet’te kıdemininiz ve yardımınız inkâr olunamaz. Allah’ın Resulüne yardım ettiniz, onun için, iddia ettiğiniz fazilet ve şerefin ehlisiniz; fakat emirlik konusunda Arap sopları eskiden beri Kureyşlileri tanırlar. Çünkü Kureyş kavmi, soy sopça Arabın ulusudur. Biz emirleriz, siz de vezirlersiniz.”
Ömer de Ebu Bekir’in arkasından bastırdı ve “Resul, hasta iken sizi bize emanet ve vasiyet etti. Eğer siz emir olacak olsaydınız bizi size vasiyet ederdi” dedi.
Medineliler bu “çıkış” karşısında önce bir orta-yol arayışına giderek bugünden bakıldığında “koalisyon” veya belki de “eş-başkanlık” denilebilecek bir çözüm önerisiyle, “Bizden bir emir, sizden de bir emir seçilsin” dediler. Buna Ömer, bir bakıma “koalisyon”lardan haz etmeyenlerin ta o zamandan bir öncüsü olarak, “İki emir birleşemez” karşılığını verdi.
Bu durum Medinelileri tekrar dirence itti ve aralarından Habab, “Ey Ensar! Bu dine Arap kavmi sizin kılınçlarınızla boyun eğdi, hakkınızı başkalarına kaptırmayın” çıkışında bulununca Ömer’le kafa kafaya geldi.
Durumun ciddiyeti karşısında bu defa Ebu Ubeyde ortamı yumuşatmaya dönük mahiyette ve onları hem pohpohlayarak hem de “rıza”ya çağırarak seslendi Medinelilere: “Ey Ensar! Bu dine ilk yardım edenler sizdiniz; sakın ilk bozan da siz olmayasınız.”
Onun bu sözleri bir kısım Ensar’dan yankı buldu ve “uzlaşmacı” Zeyd b. Sabit Medineli hemşerilerine, “Ey Ensar! Muhammed Kuryş’tendir; kendi kavmi onun halifeliğine daha layık ve haklıdır; biz ne yaptıysak Tanrı’nın ve Elçisinin rızalarını almak için yaptık” dedi ama diğerleri bu tavrı “teslimiyetçi” bularak itirazlarına devam ettiler.
“Seçim ortamı”ndaki bu karmaşa ve kargaşa karşısında mesafe almak isteyen Ebu Bekir, yanındaki Ömer ve Ebu Ubeyde’yi göstererek “Size bu iki kişiyi seçtim; birine biat edin” dedi. Fakat o ikisi, “Hz. Peygamber’in öne geçirdiği bir zatın önüne kim geçebilir” diyerek adaylık için Ebu Bekir’i öne ittiler.
Ensar, direnmeye devam etti ve halifeliğin “nöbetleşe”, yani ilk önce Kureyş’ten sonra kendilerinden olmasını ve böyle sürüp gitmesini önerdi. Fakat Ömer, “koalisyon”a yanaşmadığı gibi buna da yanaşmadı ve nihayet kestirip attı: Ebu Bekir’e dönerek, “Resul’û Ekrem seni dinin temeli olan namazda kendine halife tayin etti, hepimize de imam etti, elini ver sana biat edeyim” dedi; Ebu Ubeyde hemen ona eşlik etti ve hop, Ensar’dan da bazıları koşup el veriverdi bu biate, böylece oldu bitti!..
Bugünden bakıldığında bir “oldu-bitti”ye getirilmiş bu seçim, İslam tarihinde “fitnenin önlenmesi” olarak formüle edilse de öyle olmadı. Bir kere biat etmeyenler, yani bu seçimi onaylamayanlar hem Ensar’dan hem de Kureyş’ten, az değildi. Mesela Ali, gayet gönülsüz olarak, eşi ve Peygamber’in kızı Fatıma’nın ölümünün ardından, aylar sonra Ebu Bekir’in halifeliğini tanıdı. Çünkü Peygamber’in “ev halkı” (Ehl-i Beyt”) olarak cenaze ile meşgul oldukları için o, bu “oldu-bitti” seçim sürecinin uzağında ve dışında kalmıştı. Halifeliğin onun hakkı olduğunu savunan bir kesim de vardı ki bu da Kureyş-içi bir “muhalefet” olarak kaydedilebilir Ebu Bekir’in seçilmesine…
Ayrıca seçim sürecinde bazı “ekonomik” ödüllendirmeler de çıkmaktadır karşımıza!.. Mesela Abdülbaki Gölpınarlı'nın kaydettiği üzere, “Eslemoğulları Medine’ye geldiler. O kadar kalabalıktılar ki Medine sokakları daraldı. Eslem boyu, Medine’ye kumaş ve azık almak için gelmişti. Onlara, Rasûlullâh’ın halifesi Ebû-Bekr’e bey’at edin, ondan sonra biz size dileklerinizi verelim dediler ve bu suretle onların bey’atini [bağlılığını] sağladılar” (Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiîlik, 1979).
Demek ki “oy için” bir takım ekonomik sunumlar, ta o zaman bile söz konusu imiş!..
Sonrası malûm: Bu kıran kırana seçim süreci, Ebu Bekir’den sonra da “Hulefâ-yi Râşidîn” döneminde (Dört Halife Devri) bir dolu kanlı hadise, karanlık entrika ile devam ettikten sonra hilafet, Ali-Muaviye çatışması ve Amr b. Âs’ın kurnaz hakemliği sonucu Emeviler’e geçti. Böylece Kureyşli müşriklerin Peygamber’e karşı önderliğini yapmış Ebu Süfyan’la, Uhud Savaşı’nda Peygamber’in amcası Hamza’nın ciğerini söküp dişleriyle çiğnemiş Hind’in oğlu olan Muaviye ile İslam adı altında “eski düzen”, üstelik artık “saltanat” formunda yeniden hortlamıştır. Bu, bir anlamda da Ümeyyeoğulları’nın, “Mekke’nin Fethi” ile Peygamber’e kaybettikleri mücadelenin “rövanş”ını Emevi saltanatı ile almaları olarak da değerlendirilebilir.
Neticede güç, hile, desise eşliğinde seçimle gelen bir daha seçimle hiç gitmemiş, sadece “el elden üstündür” şiarınca saltanat, kabile kabile, kavim kavim hep el değiştirir olmuştur.