Ben Ankara’da adam oldum.
“Sıhhıye, Marmara Sokak, Kirmir Apartmanı, 12 taksim 13” no’lu dairede; 179951 numaralı, kallavi siyah ahizeli bir telefonun bulunduğu evde hayata başlayarak…
(Dikkat, henüz 6 dijitten oluşan telefon numaralarından ibaret bir hayattı bu!)
Sonrasında pek çok evde ikamet ettim, o evlerde de telefonlar oldu ama ne o evlerin adresleri bugün o ilk içine doğduğum evinki gibi hafızamda kaldı, ne de o sonraki evlerin telefon numaraları kaldı.
Ben Ankara’da adam oldum.
Şehrin yamaçlarından düzlüklerine inen İncesu Deresi’nin (ki adı, bizim için “Boklu Dere” idi) kıyısından akıp gittiği “Bizim Mahalle”de.
Yollarından bisikletleriyle hava atarak geçip giden öteki sokakların çocuklarına, “Şişhh! Bi daha bu mahalleden geçmeyin La” diye bulaştığımız “Bizim Mahalle”de;
Kızlarına lâf atan olursa hemen ardına düşerek o kaçmaya başlayınca ardından “Gel la buraya” deyip sunturlu küfürler de savurduğumuz “Bizim Mahalle”de;
“Boklu Dere”nin kıyısına kadar inip, karşı yakada diğer sokaktaki akranlarımızla, elimizde avuç dolusu taşlarla “Mahalle Savaşı” yaptığımız, kim erken geri dönerse ötekine “Kaçmayın La” diye bağırdığı “Bizim Mahalle”de…
Ben Ankara’da adam oldum.
Saatte bir ya da iki arabanın geçtiği sokaklarında top oynayarak;
Kurtuluş Parkı’ndaki “Atom Sahası”nda; değilse Atatürk Lisesi bahçesindeki mahalle maçlarında “Marmara Spor”un oyuncularından biri olarak;
Ezeli rakibimiz (Cihan Sokak’tan) “Cihan Spor”la kıyasıya mücadele ederek;
Ve “19 Mayıs Dış Saha”larında Hacettepe genç ve amatör takımında zımpara gibi toprak sahada dizlerimi baldırlarımı yırta yırta futbol oynayarak…
Ankara Kızılay Meydanı (1940'lar)Ben Ankara’da adam oldum.
Dikmen İlkokulu’nda, gelecekte hayatımın esasını oluşturacak alfabe ile ve kalem-kâğıt-kitapla tanışarak…
Kumrular Caddesi’ndeki Namık Kemal Ortaokulu’nda, artık çoktan rahmetli olmuş Türkçe öğretmenim İbrahim Göktan’dan, “Bu çocuk, ileride akademik kariyere sahip olabilir” uzgörüsünü alarak…
“Bozkurtlar kalesi, Atatürk Lisesi”nde ilk siyasi dayağımı yiyerek…
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde, hayatımın geri kalan kısmına hâkim olacak antropoloji ile tanışma eşliğinde, 12 Eylül’ün (1980) öncesinden sonrasına çıkarak…
Ankara Sanat Tiyatrosu’nda, Akün Sineması’nda, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası salonunda ve Zafer Çarşısı’ndaki sol kitapçılarda zihnimi açmaya çalışarak…
Hacettepe Üniversitesi’nde akademik hayata başlayarak ve bir “ömürlük aşk”la buluşarak…
Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde akademik olgunluk dönemimi geçirerek…
ODTÜ Kampüs’te, Bilkent Plaza’da, Sakarya Caddesi'nde, Olgunlar Sokak’ta, Tunus Caddesi’nde, Tunalı’da arkadaşlarımla eşimle dostumla takılıp kafa çekerek…
Evet, Ankara’da adam oldum.
Ankara mazim ve istikbale açılan kapım…
Ve bu maziyi hâlâ ısrarla, inatla, inançla istikbale taşıma yolunda da müthiş bir yol arkadaşım var benim.
“Behzat Ç.” o!..
Behzat Ç., benim için bir dizi filmden çok öte, kişisel bir “kültürel temsil”.
Behzat Ç., benim için “Sıhhıye Marmara Sokak Kirmir Apartmanı, 12, taksim, 13”!
Behzat Ç., benim için 179951 numaralı telefon!
Behzat Ç., benim için “Boklu Dere”.
Behzat Ç., benim için Dikmen İlkokulu.
Behzat Ç., benim için çocukluğumun, ilk gençliğimin dönüp dolaştığı Kızılay, Maltepe, Hacettepe, Kurtuluş, Cebeci, Dikimevi, Ulus, Yenimahalle.
Ankara Ulus meydanıBehzat Ç., benim için Ankara Atatürk Lisesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Hacettepe Üniversitesi, ODTÜ.
Behzat Ç., benim için annem ve babam…
Behzat Ç., benim için çocukluğum, gençliğim, yetişkinliğim, yaşlılığım…
Behzat Ç., benim için arkadaşlarım, dostlarım, yoldaşlarım, öğrencilerim, okurlarım…
Behzat Ç. …
Evvelim ve ahirim.
Behzat Ç. …
Mazimin, yaşayan, temize-çekilmiş hali!..
Behzat Ç., benim için Ankara. ve Ankara benim adam olduğum toprak.
Ama Ankara, benim dışımda, Türkiye’den bakıldığında bambaşka bir yer.
Ankara bir “çatır-bozkır”.
Ankara bir türlü başkent olamamış şehir.
Ve Ankara, “en güzel yanı İstanbul’a dönüşü” denilip, öylesine tatlı tatlı aşağılanan bir şehir…
Bu bağlamda Behzat Ç.’nin önemi, Ankara’ya dönük böylesi tatlı aşağılamalarla ayırt edilen bir genel-geçer algı karşısında bu şehri gönülden sahiplenerek hikâye edilmeye de estetize edilemeye değer bir yer olarak öne çıkarmasında yatıyor.
Bilmiyorum çok mu abartmış olacağım ama yine de söylemek istiyorum: Cumhuriyet tarihimizde Ankara’ya böylesine yürekten inanmış galiba iki “kahraman” gördük.
Birisi K. Atatürk.
Diğeri Behzat Ç.
Peki, o zaman geçtiğimiz çarşamba günü Behzat Ç.’nin 2013 yılında televizüel medyada bıraktığı yerden, şimdi dijital-sosyal medyada yeniden aramıza dönüşü münasebetiyle gerçekleştirilen galanın İstanbul’da düzenlenmesini nasıl açıklayacağız?
Hayır, bir gece önce ilk gala Ankara’da yapılmıştı mazeretine sığınmayacağım.Behzat Ç. yeni sezon galasından
Sonuçta çarşamba gecesi Swissôtel The Bosphorus’ta dizinin yayıncı kuruluşu BluTV tarafından düzenlenen coşkulu buluşmanın “çarpan etkisi”nin ne kadar büyük olduğunu inkâr etmek mümkün değil.
O yüzden, Ankara’yı memleket sayan insanlar olarak İstanbul gerçeğine kayıtsız kalmadığımızı, o gerçekle (elbette muhabbet içinde) nasıl yüzleştiğimizi netleştirmekte de yarar var.
Yukarıda Yahya Kemal mahreçli “Ankara’nın en güzel yanı İstanbul’a dönüşü” klişesine nazire olarak bizim gibi hâlâ Ankara bağlıları için de İstanbul’un en güzel yanı, ona Ankara’dan uzanmak, ulaşmak, açılmak.
Altı yıldır İstanbul’dayım ve Ankara’daki hayatımdan tümden kopmadım.
Aynı şekilde Behzat Ç.’ye can veren Erdal Beşikçioğlu çarşamba gecesi İstanbul’da olmakla birlikte, hayatına ve sanatına onun da Ankara’da devam ettiğini biliyoruz.Eray Eserol - Tayfun Atay
Bizim gibi, “aslını inkardan gelmeyen” Ankaralılar için sanırım İstanbul, uzaktan sevilen “aşkların en güzeli” bir şehir.
Behzat Ç.’nin İstanbul’la ilişkisi de böyle bir şey olsa gerek.
Şimdi “Behzat Amirim”, 2013’te bıraktığı yerden müthiş geri dönüşünde İstanbul’da da tüm fiyakasıyla boy gösterip, Ankara’dan İstanbul’a gelmiş bakarken, İstanbul’u ve dünyayı da Ankara’ya tekrar baktırmayı ve getirmeyi vaat ediyor.
Behzat Ç.’nin bir popüler kültür ürünü olarak, hayal ufkumuzdan uzaklaşıp şimdi nasıl yeniden belirdiğini de iki gün önce 19. Munzur Kültür ve Doğa Festivali kapsamında Pertek Belediyesi’nce organize edilen etkinlikler arasında yer alan “Gündelik Siyasetten Popüler Kültüre Memleketin Ahvali” başlıklı söyleşide tartışmaya açma imkânı buldum.
Yaptığım konuşmada belirttiğim üzere, Türkiye’de gündelik siyasette hâlâ en başat mevzu, 23 Haziran İstanbul tekrar-seçimi ve onun sonuçları… Ki bunu, Elazığ’dan Pertek’e Keban Baraj Gölü üzerinden geçerken Pertek Feribotu’nun kaptan köşkü önündeki korkuluklarda, aradan bir ay geçmiş olmasına karşın hâlâ asılı duran “Her Şey Çok Güzel Oldu! Teşekkürler Pertek” yazılı Ekrem İmamoğlu pankartı da doğrulamakta.
Popüler kültürde de işte en taze mevzu, Behzat Ç.’nin dijital platformda geri dönüşü… Peki bu ikisi bağlantı içine sokulabilir mi?..
Deneyelim!..
Behzat Ç., bir “haziran-öncesi”nde gitti, bir başka “haziran-sonrası”nda geri geldi.
Öncesinde gittiği Haziran, Gezi isyanı ve direnişinin yükseldiği 2013 Haziran’ı…
Geri geldiği Haziran, Ekrem İmamoğlu’nun 806 bin oy farkla İstanbul’un ve Türkiye’nin kalbine oturduğu 2019 Haziran’ı…
Behzat Ç., giderken KCK tutuklularına reva görülenleri eleştirip sorgulayarak gitti.
Behzat Ç., şimdi bir dolu saçma sapan isnatla hayatları mahvolan KHK mağdurlarına reva görülenleri eleştirip sorgulayarak dönüyor.
Behzat Ç., bu ülkede 2012’de gerçekleştirilen reyting sistemine siyasi operasyonun sonucu olarak kendisini hedef tahtasına oturtan ticari-endüstriyel müeyyidelerle ve elbette RTÜK zabıtalarının kestiği cezalarla etkisizleştirilmeye çalışıldı.
Halbuki “Behzat Amirim”in derdi, izlenme oranında artış yerine “insanlık oranı”nda artış olmuştur hep!..
Behzat Ç., bizim coğrafyamızın bir “boyalı kuş”udur.
“Eleştirel akıl”la boyalı olup, o yüzden itaatkâr aklın renk verdiği bir “kuş sürüsü” içinde didiklene-gagalana, itile-kakıla dışarı atılmaya çalışılan bir “boyalı-kuş”tur Behzat Ç. …
Behzat Ç., erkekliğin kültürel gramerini kullanarak erkek iktidarına; devletin-bürokrasinin gramerini kullanarak onun yüceltilmesine; polisliğin gramerine nüfuz ederek de onun idealize edilmesine müdahalede bulunan aykırı ve protest bir iş…
Behzat Ç., statükoya benim çocukluğumda “Bizim Mahalle”den aşina olduğum dille, “Ne ayaksın La sen” çeken bir delişmen yürek…
İşte bu yürekle Behzat Ç., Cumartesi Anneleri’nin yanında da oldu, tesettürlü kadınların başlarını örtme haklarının yanında da oldu.
Behzat Ç., F Tipi cezaevi mahkumlarının yanında da oldu, LGBTİ+ kimlikli mağdurların yanında da oldu.
Behzat Ç., Alevilerin de yanında oldu, çocuğuna dinini seçme özgürlüğü vermek isteyenlerin yanında da oldu.
Behzat Ç., hep iyi ile kötünün, doğru ile yanlışın, güzellik ile çirkinliğin, haşinlik ile şefkatin ara kesitinde, onların iç içeliğinde, sarmaşıklığında, karşılıklı akışkanlığında oldu.
Aynı doğrultuda bu “ikili-karşıtlık” akışkanlığının “kanun-suç ikiliği”nde de mevcudiyetine parmak basmanın derdinde oldu.
Ancak Behzat Ç., giderek alabildiğine taassubî bir dinbazlığın cenderesine giren televizüel ekranlarda artık daha fazla yapabileceği bir şey olmadığını hissedip 2013 Mayıs’ında “Ne haliniz varsa görün La” diyerek köşesine çekildi.
Ardından Gezi “patladı”. Sonra Türkiye, bir faşizan-dinbazlık pratiği altında kanlı ve karanlık bir siyasi iklimin içerisine seçimlerden seçim beğenerek savruldu: 2014 yerel seçimi, 2015 Cumhurbaşkanlığı seçimi, 2015 genel seçiml(er)i, 2016 “dabbe”si, 2017 referandumu, 2018 Başkanlık seçimi, 2019 yerel seçim(ler)i…
Seçimle bir “istibdat zorlaması”na maruz kalan ve buna elinden geldiğince direnme çabasında perişanları oynayan toplumun, nihayet muhafazakârı “modern”i, dindarı dindar-olmayanı, milliyetçisi sosyalisti, Türk’ü Kürt’ü ile gayet açık, net ve kararlı bir “Yeter” dediği;
Böylece dinbazlığı İstanbul’un orta yerinde hezimete uğrattığı 23 Haziran seçimi sonrasında;
Elbette “Behzat Amirim” de hanidir çekildiği köşesinden çıkıp, başta Joseph Campbell’in abide çalışmasından aktardığımız anekdotta belirtildiği şekilde, “toplum kapıyı çaldığı”nda seyrimize yeniden, ışık gibi düştü; “Nerde kalmıştık La” diyerek!..
Dünyada da durum aslında farklı değil.
Evet, yeryüzünün hemen her yerinde otoriter, totaliter, faşizan siyasi eğilim, hareketlilik ve arayışlar epeydir karşılık bulmakta görünüyor. Görünüyor ama, aynı ölçüde bu ırkçı-faşizan iktidar zorlamaları karşısında hayatın içinde de “hayal”in içinde de insanlık önünde bunların ipliğini pazara çıkaran içeriklerin ardı arkası kesilmiyor.
Mesela Trump Amerikası’nın kâbus-kıyamet halini kurguya vurmuş American Horror Story: Cult (2017) ve çok yakınlarda izlediğimiz benzeri bir tekno-kültürel, doğal ve politik felaket kehaneti üzerinden Britanya bağlamında seyre sunulan Years and Years.
Bunlar bir şekilde kendi içinde dünyada yükselen otoriteryanizmle yüzleşme, hesaplaşma ve ona karşı durma yolunda toplumları hareketlendirmeye çalışan, direniş imkân ve umutlarının önünü açmaya kışkırtan yapımlar.
Ama elbette asıl, üç yıldır tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de “İktidar her yerdeyse direniş de öyledir” diye düşündüren; aynen Behzat Ç.’de olduğu gibi, kanun-düzenin haksızlık ve hukuksuzlukla ilişkisine vurgu yapan; isyan, başkaldırı, hatta suçun ise “hak-hukuk-adalet” arayışından neşet edebileceğini düşünmeye sevk eden İspanya dizisi La Casa De Papel’in hakkını teslim etmemiz gerekir.
Behzat Ç. şimdi La Casa De Papel’in 3. sezon sunumunun henüz çok taze olduğu bir noktada geri dönüş yapıyor ya, elbette onunla titreşim ve koşutluk içinde değerlendirilmesi de söz konusu olabilecektir.
Dünyada La Casa De Papel, Türkiye’de de Behzat Ç., aynı minval üzere, iktidar karşısında popüler kültür kulvarından çıkış bulan birer “direniş sanatı” olarak karşımızdalar denilebilecektir.
Ama sakın, “Behzat Ç., bizim La Casa De Papel’imiz” diye düşünmeyin!
Tersini düşünme hakkınızı kullanın!
“Amirim”, “Profesör”ü önceler çünkü…
Dolayısıyla tersine, La Casa De Papel, bizle birlikte dünyanın Behzat Ç.’sidir!..
Nihayet “Ekip” üzerine de bir şeyler söyleyerek bu uzun yazıyı noktalayalım ki bu bağlamda da söylenecek bellidir: Geçtiğimiz perşembe günü yayına giren ilk bölümde “hayalet”in ağzından (İnanç Konukçu) hepimizi derin ve hüzünlü düşüncelere sürükleyen, İbn-i Haldun’un ifadesiyle, “Coğrafya kaderdir”.
İbn-i Haldun’un sözü esasen onu sosyoloji kadar antropolojinin de modern-öncesi zamanlardaki öncülerinden biri kılacak mahiyette, kültürün, insanın doğaya uyarlanma yetenek ve yetkinliği; bir başka deyişle, “çevresel (coğrafî) baskıya insan yanıtı” olduğunun en özlü ve çarpıcı bir ifadesidir.
Fakat bu sözü Behzat Ç. denilen kıymetli eserin kendisi için işlerliğe soktuğumuzda denilebilir ki onun temel yapı taşlarını oluşturan figürlerin artık ondan bağımsız hareket etme imkânlarının daralması anlamında da “coğrafya” kaderdir!..
Erdal Beşikçioğlu başta olmak üzere, Behzat Ç.’nin usta oyuncuları, dizi 2013’te yayından kaldırıldıktan sonra da elbette bir dizi başarılı performansa imza attılar.
Ama bu performansları izleyen herkes için onların, Behzat’ıyla, Hayalet’iyle, Akbaba’sıyla (Berkan Şal), Şevket Abi’siyle (Ege Aydan), Tahsin Müdür’üyle (Eray Eserol), Memduh Başgan’ıyla (Güven Kıraç) ve hiç kuşkusuz Ercüment Çözer’iyle (Nejat İşler) zihinlerde ve gönüllerde bıraktıkları iz öylesine ağır basmaktaydı ki!..
İşte bu anlamda belki Behzat Ç. de bu unutulmaz karakterlere can verenlerin coğrafyasıydı ve isteseler de istemeseler de bu coğrafya onların kaderleri oldu!..
Kendileri ne kadar uzaklaşmaya çalışırsa çalışsın, “Behzat Ç. coğrafyası”, onlar nereye gitse seyirci gözünde onlarla beraber oldu.
Yapacak bir şey yok. Dünya sinema ve dizi tarihinde de benzeri durumu deneyimlemiş çok sayıda aktör ve aktris var.
O yüzden geri dönüş iyi olmuştur. Onlar, oyunculukta, kurguda, hayal dünyasında kitlelerde iz bırakmalarına yol açan bir “coğrafya”ya geri dönmüş görünüyorlar.
Üstelik, “zamanın ve hayatın nabzı” dünyada da Türkiye’de kültürel, ideolojik ve politik bakımlardan onlardan yana atmaya başlamış durumda.
O halde onlara “Eve hoş geldiniz” diyor ve ekliyoruz:
Hadi yolunuz açık olsun La!..