Kurbanın iki türü var: Kanlı kurban, kansız kurban…
Bizde kurban denince akla geldiği şekilde bir hayvanı alıp boğazlamaktan farklı olarak, istenirse bir sepet meyve-sebze yahut bir buğday demeti de kutsal varlığa/varlıklara kurban olarak sunulabilir.
Keza, değerli eşyalar da kurban kılınabilir.
Mesela binlerce hayvanı boğazlamaktansa, isterseniz Kaz Dağları'ndaki tonlarca altını da yaratıcınıza "kurban" olarak takdim edebilirsiniz!
İster misiniz?!..
Yok yok, istemezsiniz, o kadar da olmaz değil mi yaratıcıya muhabbet!..
Hem, değil mi ki bizde hayvan kurban etmek esas ve dinen makbul olan da bu "kanlı kurban" ritüeli…
Onun izini üç tek tanrıcı-İbrahimî dinin başlangıç (yaratılış) anlatılarında karşımıza çıkan kardeş kavgasına kadar geriye sürmek mümkün. Kurbanı ilk uygulamaya koyanlar, Âdem ile Havva'nın iki oğlu, Habil ile Kabil. Sebep görünürde kıskançlık-çekememezlik, ama derinden derine işin içinde bir "kız meselesi" olduğunu söyleyenler yok değil!..
Şöyle özetleyelim: Habil ve abisi Kabil, çok fazla dillendirilmemekle beraber, birer ikiz kız kardeşle birlikte doğmuşlar (demek o zaman bile "kadının adı yok" ki bu, çok fazla dillendirilmiyor!).
Elbette insan soyu, soylanacak. Peki nasıl soylanacak? İster istemez bu aşamada "kısmi" bir ensest müsaade dâhilinde ve Habil ile Kabil, yek diğerinin ikiz kız kardeşi ile evlenme durumunda kalıyorlar.
Gel gelelim, Kabil'in ikizi Aklima güzel mi güzel; buna mukabil Habil'in ikizi Lebûda çirkin. O yüzden Kabil, Lebûda'yı da istemiyor, kendi ikizini Habil'e vermeye de yanaşmıyor.
Ne yapsın Âdem Peygamber, meseleyi "en üst merci"ye havale ederek oğullarına Tanrı'ya birer kurban sunmalarını ve hangisininki kabul olursa güzeller güzeli Aklima'nın da onun hakkı olacağı telkininde bulunuyor.
Acaba Tanrı hangisinin kurbanını kabul edecektir?
Ve anlaşılmaktadır ki her kurbanı da kabul etmemektedir!..
Kıssamızda Rab-Allah, çiftçilikle uğraşan Kabil'in, hasadın ilk ürünü olarak sunduğu bir demet "kurbanlık buğday"a dokunmaz, onu kabul etmez.
Hayvancılıkla uğraşan Habil'in sunduğu ilk doğmuş "kurbanlık koç"u ise, kabul edildiğinin göstergesi olarak, ateş görünümlü bir alıcı kuş (simurg) gönderip üzerine oturtarak yakar.
İnsanın "teolojik tarihi"nde, daha doğrusu İbrahimî inanç tarihinde ilk kurban sunumu bu şekilde bir "kız meselesi" bağlamında ortaya çıkıyor. Tabii Kabil, Tanrı'nın bu kabulüne rıza göstermemiş, haset ettiği erkek kardeşini öldürmüş, güzeller güzeli ikizini de alıp kaçmış ve lânetlenmiş olarak kayıplara karışmıştır.
Dolayısıyla, kurbanın temelinde insan toplumsallığının en temel prensibi olan "karşılıklılık", yani "Ben sana veriyorum, sen de bana ver" anlayış ve beklentisi varsa eğer, karşılıksız bırakılmak da Kabil'e belli ki çok kötü koymuştur!..
Bu anlatı, İbrahimî gelenekte kurban söz konusu olduğunda yaratıcının tercihinin tahıldan değil, hayvandan yana olduğunu bize işaret etmekte midir, bilinmez. Tanrı Âdem'in iki oğlunun sundukları kurbanların nev'inden ziyade onların kalplerinden geçenlere bakmış olsa gerektir.
Yine de neticede ilk makbul kurban bir koçtur ve o gün bugündür hayvan kurbanı, üstelik kan akıtarak hayvan kurbanı İslam'da da Yahudilikte de esastır (Hristiyanlıktaki özel kurban telakkisine birazdan geleceğiz).
Bu arada dikkat edilirse karşımızdaki ilk kurban hadisesinde kan akıtma yoktur. Ateşte yakma var ve bu belli ki anlatının doğuş bulduğu zaman ve mekânda ateşin (Güneş'in) kutsallığıyla, kutsanmasıyla ve kültleştirilmesiyle bağlaşık bir durumdur.
Hayvan kurbanının, İslam'ı da içine alan İbrahimî din geleneğinde kan akıtılarak tatbikinin maddi izi elbette onu önceleyen Sümer, Babil, Mısır gibi çok tanrıcı geleneklere sürülebilir. İslam-öncesi "Cahiliye" dönemi Arapları da tanrı ve tanrıçalarına bol bol hayvan (kısmen de çocuk, köle, esir olarak insan) kurban etmekteydiler.
Fakat kanlı kurban ritüelinin İbrahimî gelenekteki "manevi karşılığı", İbrahim'in Rabbine sevgisini ispatlamak ve onunla yakınlaşma arzusunu tatmin etmek amacıyla oğlunu kanını da akıtarak Tanrı'ya sunmaya kalkışmasıdır (aslında odun üzerinde ateşte yakmak da eksik değildir burada; hem yakma hem de kesme pratiği iç içe geçmiştir).
Ve bilindiği gibi son anda gökten Tanrı'nın işareti gelir; yalnız bu defa gelen, Habil'in koçunu kavuran ateşten bir kuş değil, elinde İbrahim'in oğlunu kurbanlık olarak ikame edecek koçla kanat çırpa çırpa inen bir melektir.
İbrahim'e Rab Allah'a sevgisinden emin olunduğu ve bıçağı oğlunun boğazından çekip ilahi kattan gönderilen koçun boğazına çalması bildirilir.
Tevrat'ta İbrahim'in kurbanlık oğlunun adı İshak'tır. Kur'an'da bu anlatının aktarıldığı yerde (Sâffât Suresi) çocuğun ismi geçmez, ama İslam ilahiyatında bu oğlun İsmail olduğu inancı daha baskındır.
Her halükarda esas olan, yaratıcıya yakınlık için, en yakınında, canından bir can olandan dahi vazgeçme ameliyesidir.
Kurbanın bir, belki de birincil gayesi burada açığa çıkar. Kurban, "Allah ile akraba olmak" için gerçekleştirilen bir ibadettir.
Arapça "k-r-b" kökü hem kurban sözcüğünü hem de akraba sözcüğünü yapılandırır. Aynı şekilde kurban geleneğine sıkı sıkıya bağlı diğer inanç olan Yahudiliğin kutsal kitabı Tevrat'ta da "yaklaştıran/yakın kılan" anlamında "gorban", bu ibadet pratiğini tanımlamak üzere kullanılmaktadır.
Fakat Tevrat'ta "kurban" karşılığında bir diğer sözcük olarak "minha" da vardır ve bu "vergi" ya da "bağış" demektir.
O halde kurban bir bakıma da "varlık vergisi"dir. Yani yaratıcıya, kendisini yaşattığı, doyurduğu, koruyup kolladığı için insan tarafından verilen karşılık ki Habil-Kabil hikayesinin bir boyutunda da bu (ilk hasat edilen buğday ve ilk doğan koç) vardır.
Buraya kadar kaydettiklerimizi toparlayacak olursak, demek ki kurban doğaüstü güçlere yakınlaşmak, onlarla akraba olup kendini daha bir emin hissetmek için sunulup kesiliyor, bir. O güçlerce sağlanan korunma kollanmanın ("can ve mal güvenliği") bedeli olarak, "vergi" niyetine kesiliyor, iki.
Elbette o güçlerden bir şeyler istemek için ve istekler karşılandığında da şükran için kesiliyor, bu da üç.
Yukarıda da vurguladığımız üzere, "ben sana veriyorum, karşılığında sen de bana ver!"
"Ben sana yakın olmak için canımdan bir parçadan vazgeçmeye hazırım, sen de bana yakın ol!"
Ve de "ben sana bakıyorum, seni besliyorum; sen de bana bak, beni besle!.."
Tabii son bir kategori daha var ve bu da o doğaüstü güçleri "genel af"a ikna etmeyi hedefleyen kurbanlar. Yani kefaret kurbanları.
Bunun Hristiyanlıkta öylesine göz kamaştırıcı bir figürü var ki o yüzden Yahudilikten bir mutasyonla çıkış bulmuş bu "Mesihçi" dinde ibadet amacıyla başka kurban kesmeye de gerek kalmıyor.
İsa, insanın Tanrı'ya ilk günahını geri-ödeme olarak kendisini "kurban" kılmış. Hani şu, Havva'nın Şeytan'ın dolduruşuyla Âdem'i de kışkırtarak her ikisinin yasak meyveyi yiyip Tanrı'ya karşı gelmesiyle işlenen günah için...
İsa-Mesih, havarileriyle yediği "Son Yemek"te kendi kanının insanın bu doğuştan gelen günahının bağışlanması için döküldüğünü söyler. Yemekteki ekmek onun bedeninin, şarap da kanının simgesidir. Ve Hristiyan Komünyon (Ekmek-Şarap) ayininin adının Süryanice "Kurbana" olarak karşımıza çıkması da bu bakımdan gayet anlaşılırdır.
Dolayısıyla İsa'nın haç üzerindeki ölümü, onun, insanın Tanrı'ya günah borcunu ödemek için, elbette aynı zamanda Tanrı-Baba'sına kavuşmak için kendini kurban etmesinden başka bir şey değil.
İsa, Hristiyanlıkta ilk ve son kurban olduğu içindir ki kurban kesme bu dinde asli bir ibadet pratiği olarak ortaya çıkmıyor.
Bir kefaret kurbanı daha var, bizde de yaygın olarak kullanılan "günah keçisi" tabiri ile bağlantılı… Önemi de Satanizmdeki Şeytan'a kurban sunma pratiğinin bir bakıma benzerini bize ehli kitap din geleneği içerisinden veriyor olması.
"Günah keçisi" (scapegoat) tabirinin izi sürüldüğünde karşımıza Tevrat'ta zikredilen ve Şeytan'ı önceleyen melek Azazil için kurban edildiği anlatılan keçi çıkar.
Bu da bir kefaret, İsrailoğulları'nın günahları için bir "geri-ödeme" olarak, ama iyiliğin tanrısına değil, kötülüğün meleğine sunulan bir kurbandır.
Hikâyesi Tevrat'ın "Levililer" bölümünde (özetle) şöyle geçer:
"Ve Harun bir kura Rab için ve bir kura Azazel için olmak üzere iki ergeç üzerine kura çekecek. Ve Harun Rab için üzerine kura düşen ergeci takdim edecek, ve onu suç takdimesi olarak arzedecektir. Fakat Azazel için üzerine kura düşen ergeci, onun için çöle salıvermek üzre, canlı olarak Rabbin önünde durduracaktır. (…) ve Harun iki elini canlı ergecin başı üzerine koyacak, ve İsrailoğullarının bütün fesatlarını ve bütün günahlarını, bütün suçlarını onun üzerinde itiraf edecek; ve bunları ergecin başı üzerine koyacak ve hazırlanmış bir adamın eliyle Azazel için ergeci çöle salıverecek; ve ergeç onların bütün fesatlarını kendi üzerinde ıssız bir diyara taşıyacak." (Tevrat, Levililer, Bap 16).
İşte böyle…
Kurban, insanlığımızın gündeliğinde olan; arzu ve istekten hırs ve kıskançlığa, korkudan kollanmaya, akrabalıktan pazarlığa, "af"tan "vergi"ye kadar her şeyin izdüşümlerini işlerliğinde tespit edebildiğimiz bir ibadet pratiği.
Hem iyiliğimiz için "torpil" beklediğimiz, hem de en son üzerinde durduğumuz "günah keçisi" örneğinde olduğu gibi kötülüklerimizi "transfer"e yeltendiğimiz bir ritüel…
Bu itibarla yediğiniz kurban etinde günahıyla-sevabıyla insanlığınız var, haberiniz olsun!
İyi bayramlar!..
(Okuma listesi: Gürbüz Erginer, Kurbanın Kökenleri ve Anadolu'da Kanlı Kurban Ritüelleri, YKY, 1997; Muazzez İlmiye Çığ, İbrahim Peygamber, Kaynak Yayınları, 1997; Sedat Veyis Örnek, 100 Soruda İlkellerde Din, Büyü, Sanat, Efsane, Gerçek Yayınevi, 1971)