İzmir'de bir festival bünyesinde konser veren Sıla Gençoğlu, tam bir "dişi aslan" gibi boy gösterdiği sahnede bu toprakların ölümsüz sesi Tanju Okan'ın ölümsüz şarkısı "Koy Koy Koy"u icra ederken elindeki rakı kadehini izleyicilerine doğru kaldırdı.
Ardından onları aşka getirircesine seslendi: "Hadi, vur vur vur vur vur!"
Nihayet yanındaki kadim dostu, müzisyen Efe Bahadır ile kadehini tokuşturduktan sonra, sanırım yıllar boyu, belki de tarih boyu unutulmayacak bir muhteşem ve tutkulu seslenişle herkese "Afiyet olsun" diyerek okkalı bir yudum yuvarladı rakısından…
"Sıla" Arapça bir sözcük ve anlamı, memleketine gitmek, yakınlarına kavuşmak; "gurbet"in tersi yani…
O halde denilebilir ki Sıla, isminin hakkını verdirir mahiyette hanidir dinbaz siyaset illetinden mustarip bir toplumun hayatından sürgün edilip gurbetlik çeken "milli içki"yi çatır çatır memleketine, sevenlerine, yakınlarına kavuşturdu.
Kamusal alanda görkemli bir "vuslat"a vesile bir Diva oldu!..
Ne denmişti hepimizin gözünün içine bakıla bakıla yıllar önce, hatırlayın: "İçeceksen git evinde iç!"
Sıla tuttu, "İçeceksem çıkar sahnede içerim" dedi.
"Kadın gücü" bu işte!..
2013 yılı mayıs sonunda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, alkol satışlarıyla ilgili yeni yasal düzenleme doğrultusunda şiddetlenen tartışmalar bağlamında yaptığı konuşmada önce milletvekillerine seslendi: "Fatih nesline böyle anlamlı bir yasa armağan ettiğiniz için sizleri kutluyorum."
Sonra kabına sığamayarak muhalefete yönelik devam etti: "İki tane ayyaşın yaptığı yasa, sizin için muteber oluyor da inancın emrettiği bir gerçek, bir vaka niçin sizler için reddedilmesi gereken bir olay haline geliyor?"
Ve son vuruşu da topluma dönük olarak şöyle yaptı: "Hiç kimse alkol düzenlemesini kimlik düzenlemesi haline getirmemelidir. Düzenleme, yaşam tarzına müdahale değildir. İçeceksen git alkolünü al, evinde iç."
Bir yandan kimliklere, yaşam tarzına müdahalede bulunulmadığını söylerken, diğer yandan insanlara gayet sarih, "İçeceksen evinde iç" diyen siyasi iradenin ifade karmaşası, çok değil birkaç gün sonrasında patlayan Gezi olaylarında en çok akis bulan konu oldu.
Erdoğan, "Kafa kıyak gençlik istemiyoruz" demişti. "İçiyorsan, alkoliksindir" diye hüküm kesmişti. "Üniversitede içki olur mu" diye de bilmiş bilmiş sormuştu. (Olur, bilmeyen öğrensin: Üniversite yetişkin insanlar diyarıdır. Dünyanın her yerinde, tabii laik bir yasal işleyişin yürürlükte olduğu ülkelerde üniversite binalarında da kampüslerinde de içkili mekanlar hocaların, öğrencilerin hizmetine sunulur. Türkiye'de de öyleydi. Artık değil.)
Bu "yaklaşım" kendince sonuç almadı mı, aldı: İçki satışlarına sınırlama getirilmesinin yanı sıra içki reklamları, festivalleri yasaklandı. İçki satan sosyal mekanların ruhsat almasının önüne aşılamaz engeller çıkarıldı. Pek çok şehirde ya da şehirlerin semtlerinde keyifle iki kadeh atılacak bir tane içkili yer bulunamaz oldu.
Böylece istenildiği kadar kimliğe de yaşam tarzına da kimin ne yediğine içtiğine de karışılmadı denilsin, özellikle 2013'ten bugüne ülke bal gibi bir kimlik, yaşam tarzı, yani "kültür" kavgası içinde sert bir kutuplaşma iklimine savruldu zât-ı devletleri sayesinde…
Fakat tüm engellemelere, baskılara, caydırma-bezdirme girişimlerine karşın insanlar yine de ellerinde şişeler-kadehler, ama kendilerini/hadlerini bilerek, olgunlukla, medenice, kimseye zarar vermeden içmeyi sürdürdüler; caddelerde, sokaklarda, meydanlarda, parklarda, bahçelerde…
Bu arada tabii korkunç vergiler, fahiş zamlar ve biraz da içki içen insana yönelik yaratılan ötekileştirici-şeytanlaştırıcı dilden kaynaklı olası saldırılar korkusuyla evlerde kendileri rakı, bira, şarap imal etmeye başlayanlar da oldu.
Her ne olursa olsun, sonuçta memleket insanı ne içkisinden ne de "içeride" değil dışarıda içmekten, içkinin bir sosyalleşme vasıtası, sohbete-muhabbete vesile olduğunu düşünmekten vazgeçti.
Öyle ki iktidarın dinbaz belediyeleri arasında yeterince gelir elde edemeyenler, bütçelerini denkleştiremeyenler, hiç yüzleri kızarmadan ufak ufak içki ruhsatı konusundaki tavırlarını gevşetip içkili yerlerin açılmasına riyakârca göz yumar oldular.
Aslına bakılırsa dinbaz iktidar, kendisine en etkin ekonomik girdiyi bu memleketin en çok lânetleyip nefret kustuğu, "ayyaş-alkolik" diye yaftalayıp aşağıladığı ve "İçeceksen evinde iç" diye azarladığı kesimlerinden sağladı.
Kendi hedef kitlelerini oluşturan dindar-muhafazakârlar nezdinde siyaseten ve göstermelik yasaklarla sanki içkiye karşı hareket ediyormuş izlenimi vermeye çalıştılar ama ekonomik olarak alabildiğine "içkiden beslendiler".
"Afiyet olsun" diyelim biz de onlara; Sıla'dan ilhamla!..
Belki de yıllardır yere göğe sığdıramadıkları, cahilce bir takıntı ile din, dindarlık, İslamcılık bahsinde mihrap yaptıkları Sultan II. Abdülhamid'in yolundan gittiklerini düşünmektedirler, kim bilir?!..
Osmanlı'da Panislamizm siyasetine ve halifelik kurumuna hayatiyet kazandırdığı iddiasıyla bu iktidarın baş tacı ettiği Sultan Abdülhamid, devlet İslamî, kendisi de halife olmasına rağmen şarap ihracatı konusunda her türlü kolaylığı sağlamış bir padişahtı. Hatta şarap (ve ek olarak domuz!) satışından "rüsum" almanın "Beytülmal-i Müslimin için tasavvur bile edilemeyeceği" çıkışında bulunan paşalara, bu gibi tartışmalara girmemelerini tembih etmiştir.
Fakat daha önemli ve "tatlı" bir ayrıntı vardır onunla ilgili…
Artık dindar-muhafazakâr kitleler nezdinde bile hem inandırıcılığını hem de itibarını gün be gün yitirdiği ortada olan dinbazlığın kendisine adeta tarihten bir "pusula" yaptığı Sultan Abdülhamid dahi içkiye o kadar uzak değildi.
Gençliğinde içki de eğlence de "aşk" da bol miktarda vardır onun...
Ve bu "sefih" hayatın ona zarar vereceği, hekimi Mavroyani tarafından kendisine uyarı babında söylenince, ancak o zaman içkiyi bıraktığı kaydedilir.
Bununla birlikte aynı kaynaklar, Abdülhamid'in saltanat sürdüğü 33 yıllık dönemde onun yemeklerden önce ara sıra sakinleştirici niyetine bir kadeh şampanya içtiğini de not etmektedirler.
(Kaynak 1: Kemal Karpat, "Modern Bir Müslüman Hükümdarın Zuhuru: II. Abdülhamid", İslam'ın Siyasallaşması içinde, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2001, s. 282-293).
Peygamber Muhammed'in İslam'a davete başlamasından (610) Mekke'den Medine'ye Hicret'in dördüncü yılına kadar 15 yıl boyunca Müslümanlar bol bol şarap içtiler (Peygamber de içti mi, bilmiyorum; ulemaya, ilahiyatçılara, özellikle de hadisçilere sormak lâzım, içmiş midir içmemiş midir içkinin yasak olmadığı o 15 yıl boyunca).
Hatta Prof. Neşet Çağatay'a kulak verilecek olursa içkiyi özendiren âyetler dahi düşmüştür o yıllarda kutsal kitaba. Misal, Nahl sûresinin 67'nci âyeti:
"Size hurma ağaçlarının ve üzüm asmalarının meyvelerinden içiririz; onlardan müskirat ve iyi rızık yapar, güzel güzel beslenirsiniz. Bunda aklı erenler için ibretler vardır".
Bu, Hicret'in dördüncü yılına kadar böyle; sonrasında bilindiği üzere tedrici şekilde şarap yasağı gelir. Fakat belli ki yasağa sebep, Müslümanların içiyorlarsa da ağızlarına-burunlarına içmeyi becerememelerinden kaynaklanmıştır.
Söz gelimi Abdurrahman b. Avf, verdiği bir ziyafette konuklarına şarap ikram eder ve herkes sarhoş olur. O sarhoş halleriyle akşam namazını kılmaya kalktıklarında içlerinden öne çıkıp imam olan biri, Kâfirun sûresini baştan sona "lâ"sız okur.
Bu "rezalet" üzerine Nisa sûresinin 43'üncü âyeti iner ve orada "Ey inananlar! Sarhoş olduğunuz zaman, söyleyeceğinizi bilecek hale gelinceye kadar namaza yaklaşmayınız" buyrulur.
Sonrasında içki gene içilmeye devam edilir ama aynı şekilde ağzına-burnuna içmeyi bilmeyenlerin yediği herzelerin de ardı arkası kesilmez. Ve bunlardan şu aşağıdaki, tam bir dönüm noktası olur:
Medine'de İtban b. Malik'în evindeki ziyafette bir "muhacir" (Mekkeli) olan Sa'd b. Ebi Vakkas yiyip içip sarhoş olunca kendi soyu-sopu ile övünen, bu arada "Ensar"ı (Medinelileri) kötüleyen şiirler-kasideler döktürmeye başlar. Tabii orada bulunan ve Sa'd kadar sarhoş olan Medineliler bunu kaldıramaz ve aralarından biri yedikleri deve etinin koca kemiğini kafasına geçirerek onu kan revan içinde bırakır. Sonrasında Sa'd, şikayetçi olmak için Peygamber'e gittiğinde orada bulunan Ömer, olan biteni dinledikten sonra devreye girerek, "Ya Rabbî! Bize şarap hakkındaki emrini açık ve kesin olarak bildir" diye yakarır.
Sonuç, Maide sûresinin içkiyi (kumar ve fal eşliğinde) yasaklayan 90-91'inci âyetlerinin inişidir.
Bu arada o zamana kadar içmiş olanlara da 93'üncü âyette af çıkar.
(Kaynak 2: Prof. Dr. Neşet Çağatay, 100 Soruda İslâm Tarihi, Gerçek Yayınevi, 1972, s. 235-237).
İçki mevzubahis olduğunda İslam'ın doğuş döneminde de vaziyet budur. Takdir ve tefsir (yorum) sizin…
Sıla, İzmir'deki konserde gayet ölçülü, düzeyli ve zarif şekilde, kimseye zarar vermeden, yetişkinlerden müteşekkil bir ortamda karşısındaki insanlarla birlikte ağzına-burnuna afiyetle içti rakısını…
Parti'ye ve "Saray"a sinip, oralarda danışmanlığa-sözcülüğe soyunmuş, görünürde dini-bütün gerçekte içki-gümgüm bazı kurnaz "abdestli-viskiciler" gibi gizli gizli değil, aslanlar gibi âlemin ortasında yuvarladı rakısını…
En önemlisi, kültürel anlamda bu toprakların gelmişine-geçmişine de şehvetli bir şefkatle sahip çıkarcasına kadehini kaldırıp tokuşturup yudumladı rakısını…
"İslam"ı ve "sıla"yı olduğu gibi "rakı"yı da Araplara borçluyuz.
Rakı sözcüğü, Arapça "arak"tan gelmekte ve Arap içkisi "arak", Anadolu'dan Akdeniz'e, Orta Asya'dan Çin'e kadar geniş bir yaygınlık kazanmış tarihsel süreçte.
Rakıya "Anadolu içkisi" dendiğini de öğreniyoruz. Afganistan'da Emanullah Han'ın iktidar döneminde (1919-29) onun doktoru olup ülkenin sağlık teşkilatını kuran Çankırılı Rıfkı Kâmil tarafından takdim edilen rakıya o ülkede "Şurûb-i Rûmî" denmiş (burada "Rûmî" ile kastedilenin Anadolu olduğu sanırım herkesçe aşikârdır).
(Kaynak 3: Kudret Emiroğlu, Gündelik Hayatımızın Tarihi, Dost Kitabevi Yayınları, 2002, s. 356-7).
Toparlayacak olursak…
Rusya'da votka, Almanya'da bira, Fransa-İtalya'da şarap, İskoçya'da viski neyse, bu memlekette rakı odur.
Rakı, bu toprakların "tarih-i kadîm"inde var.
Rakı, evvelimiz ve ahirimiz…
Rakı, kimliğimiz!..
İsteyen milli içkimiz ayran desin yürüsün, ona da eyvallah…
Bizim milli içkimiz rakı.
Milli Diva'mız Sıla!..
Ve son söz: İçkinin sarhoşluğu, iktidar sarhoşluğundan evlâdır.
O yüzden...
"Sen durma koy Saki, içicez!.."