Tarikatlar hususunda geç-Osmanlı döneminden (19. Yüzyıl) Cumhuriyet'in başına ve oradan da bugüne kadar yapılıp edilenleri özetlemek gerekse, şu meşhur masal cümlesini zikretmek yanlış olmaz: Az gittik uz gittik dere tepe düz gittik sonra dönüp baktık ki gide gide bir arpa boyu yol gitmişiz!..
İsmail Saymaz'ın, yayına hazırlanış sürecinde sağ olsun benimle küçük bir istişarede bulunma inceliği de gösterdiği yeni kitabı Şehvetiye Tarikatı'nın şu aralar fitilini tekrar ateşlediği tartışma ortamına, yapılan önerilere ve onlara karşı çıkışlara baktığımda bu masal cümlesini mırıldanıp duruyorum.
Şimdi söylenenleri aslında yaklaşık 150 yıldır konuşuyor, uygulamaya dönük girişimlerde de bulunuyor, ama bir türlü işin içinden çıkamıyor ve bu tarikatları ne yapacağımızı bilemiyoruz.
Denetim, gözetim ve iyileştirmeden ("ıslah") hep söz edenler olmuş.
Kapatma ("ilga"), yasaklama, kovuşturmadan da hep söz edenler olmuş.
Söz gelimi tasavvuf ve tarikatlar üzerine memleketteki en güvenilir uzman isimlerin başında gelen Dr. Mustafa Kara da Osmanlı'dan (Meşrutiyet'ler kanalıyla) Cumhuriyet'e ilerleyen süreçte tekke ve tarikatların siyasi yaptırım olarak aynı iki seçenek, "ıslah ve ilga" gelgitinde kaldığını kaydediyor (M. Kara, Metinlerle Günümüz Tasavvuf Hareketleri, Dergâh Yayınları, 2003, s. 28-29).
Bugün de tartışmayı aynı minval üzere sürdürmekteyiz: Tarikatları topyekun yasaklamalı mı Cumhuriyet'in başında kanunlaştırıldığı gibi?.. Yoksa yasaklamayıp din adına onların faaliyetlerini denetlemeye, düzenlemeye ve elbette gözetlemeye de yetkin "dinbilir"lerden oluşacak bir kurul mu tesis etmeli?
Yani, yasaklasak da mı saklasak yasaklamasak da mı saklasak?!..
Şöyle kuş bakışı yaklaşalım önce tarihsel sürece dünden bugüne ve sonra bakalım bir çözüm anahtarı belirecek mi elimizde; yoksa "çözümsüzlük önerisi"ne mi kilitleneceğiz!..
Tarikatlar Osmanlı'da yüzyıllarca sistemleştirilmiş herhangi bir resmi-bürokratik denetim olmadan varlık sürdürdü. Bu elbette her daim başına buyruk, rahat ve serbest hareket edebildikleri anlamına da hiçbir devlet müdahalesi ve cezasına uğramadıkları anlamına da gelmiyor.
Aynı paralelde, bazıları devlete yakın, bazıları uzak, hatta karşıt olmuştur.
Sosyo-ekonomik yapı neyse, tarikatların çeşitliliği de onunla uyarlı bir biçimlenme içindeydi. Eşrafa ve seçkinlere ("havass") hitap eden tarikatlar da vardı, yoksul ve okumaz-yazmaz ("avam") halka hitap edenler de vardı. Farklı meslek gruplarıyla bağ kurmuş olanlar da…
Osmanlı toplumsal düzeni, kendi halinde ağır, asude bir işleyiş içindeyken tarikatlar da sorun oluşturmuyordu çok fazla. Onlar sarayla ahali arasında köprü, aracı, arabulucu kurumlardı. Sarayın direktiflerini halka telkin eden, halkın talep ve beklentilerini de yöneticilere ileten yapılar...
Ve elbette o zamanlar da şimdi İsmail'in kitabında anlattığına benzer vakalar; çıkarcı, istismarcı, şarlatan ve sahte şeyhler vardı.
Öte yandan ahlaki telkinle insanları "iyi-doğru-güzel" kılmaya, onların hayatına anlam katmaya, varoluşa dair anlam krizlerini çözmeye dönük mistik/tasavvufi öğreti ("irşat") faaliyeti yürütenler de vardı.
Bu bağlamda tarikatları Osmanlı'nın yükselişini sağlayan yapılar olarak görenler de Osmanlı'nın ve daha genel olarak İslam'ın çöküşünden, Batı karşısında geride kalmasından sorumlu sayanlar da olmuştur. Söz gelimi Selefi İslam'ın adeta uykudan uyanıp ideolojik-politik bir aktivizm içinde Osmanlı-karşıtlığıyla modern zamanlarda sökün etmesi demek olan Vahhabilik, tasavvuf ve tarikat düşmanlığına İslam-içinden verilebilecek en bariz örnektir.
Ancak 19. yüzyılın politik-ekonomik savrulmaları, askeri başarısızlıklar, hızlı değişim arzusu, modernleşme girişimleri ve geleneksel kurumların bozulma, çözülme, çürüme içinde olduğuna dönük kanaatlerden tarikatlar da nasibini aldı. Ve onların denetim ve "ıslah"ının da gerektiği anlayışı hâkim olduğunda Osmanlı'da Şeyhülislamlık bünyesinde resmi bir kurum olarak "Meclis-i Meşayıh" (Şeyhler Meclisi) faaliyete geçirildi.
Bu, Osmanlı devletinin 19. yüzyılda esasen aşiret politik yapılarını dert ederek benimsediği ve bir modern ulus-devlet biçimi kazanmaya yönelik genel "merkezileşme" politikasıyla bağlantılı şekilde, tekkelerin idaresine de devlet müdahalesi içeren bir girişimdi. Özünde tekkenin medrese yönetimi ve denetimine girmesini ifade eden bir girişim (M. Kara, aynı kitap, s. 31).
Ancak tekkelerin "emanet edildiği" medreselere bakıldığında da durum, deyiş yerindeyse, "al birini vur ötekine" cinsindendir.
Osmanlı'da "Askeriye" nasıl çöküşte, çözülmede ve dejenere olma noktasında ise "İlmiye" de öyleydi. Dolayısıyla tekke ve tarikatlar ne kadar vahim durumdaysa medreseler de aynı durumdaydı.
Parçalanan bir imparatorluk içinden çıkan ulus-devlet Cumhuriyet'te tarikatlar söz konusu olduğunda ise Meclis-i Meşayıh'la Osmanlı'nın hedeflediği "ıslah" seçeneğinden uzaklaşıldı, "ilga" kararlaştırıldı.
Osmanlı, "merkezileşme" politikası çerçevesinde tarikatları denetim, gözetim ve düzen altına alma yolunda Meclis-i Meşayıh'ı hayata geçirmişti. Cumhuriyet, yeni bir toplum yaratmak ve bu toplumun kültürel yörüngesini de geçmişten ve İslami gelenekten, çağdaş (laik) Batı'ya çevirme yolunda tarikatları tümden işlevsiz kılmayı tercih etti.
Çünkü tarikatlar, halk katındaki etkinlik ve yaygınlıklarıyla yeni rejim açısından önemli bir "kültürel bariyer"di. Ayrıca laik ve Batıcı reform girişimlerine karşı direniş ve isyanların ateşleyicisi olarak da özellikle "Nakşîlik"le irtibatlı tarikat şeyh ve mensupları öne çıkmaktaydı.
Cumhuriyet'in kurucu-önder kadrosu bu nedenle tekke-tarikat faaliyetlerinin yürürlüğüne son verirken, toplumsal düzlemde onların yerini laik okullarla doldurmaya çalıştı. Şeyhleri-pirleri "Cumhuriyet Çocukları"nın en gözdesi olan öğretmenlerle ikame etmeyi, ayrıca halkevleri, halk odalarıyla bu kültürel yörünge değişimini tamamına erdirmeyi hedefledi.
Cumhuriyet'te tarikatlar yasaklandı da bu yasak ne kadar "söktü", ayrı bir tartışma konusu. Ama kanımca siyaseten böylesi bir ilga ve yasak kararı, tam aksi istikamette, çoktandır toplumsal-kültürel olarak sönümlenmekte olan bu yapılara "hayat üflemiştir".
Durumu, 20. yüzyılın ilk yarısında bu topraklarda Nakşibendiliğin en önde gelen ismi olan Şeyh Abdülhakim Arvasi'nin şu sözlerinden hareketle değerlendirebiliriz:
"Hükümet tekkeleri değil boş mekânları kapattı. Onlar kendi kendilerini çoktan kapatmışlardı."
Bu ifadeyi sonraki gelişmeler doğrultusunda revize etmek gerekirse şu söylenebilir: Cumhuriyet hükümeti, tekkeleri değil boş mekânları kapatmış olsa da yasakçı siyaset, bu çoktan miadını doldurmuş yapıların yeniden ihyasına yol açtı.
Yasak, gözlerden uzak izbe köşelere sinen bu yapıları halk nezdinde daha çekici kıldı. Zaten Cumhuriyet'in "modernleşme" yolunda ani, hızlı ve köklü değişim/dönüşüm hamleleri karşısında uyum sorunları yaşayan insanlar için kültürel tepkilerin çekim merkezleri de buralar oldu.
Dolayısıyla yasak, yaşam aşısı oldu tarikatlara.
Kuşkusuz ki gerçek anlamda 1950'den itibaren çok partili yaşamın ülkede işlerlik kazanması ve siyasal tercihlerde dinsel tutum ve davranışların belirleyici olmaya başlaması, bu yapıların yasaklı kapılarından içeri-dışarı sızmaları da çok yoğunlaştırmıştır.
Sonuçta memlekette Nakşibendilik başta olmak üzere pek çok tarikat-cemaat çevresi, şaşırtıcı gelebilir, en dinamik ve zinde dönemlerini kanımca üzerlerindeki yasağın laik rejimi sahiplenenlerce en fazla gözetildiği dönemlerde yaşadılar.
Tabii kaydetmek gerekir ki askerin (TSK) siyasi özne olarak, özellikle MGK dolayımıyla varlığını hissettirdiği yıllar boyunca ne kamusal görünürlük ne de açıktan etkinlik sergileme noktasında çok büyük imkanlar yoktu tarikatların önünde.
Bu imkânlar AKP ile geldi.
Şimdi burada belki yine şaşırtıcı gelebilecek bir iddiayı daha tartışmaya açmak isterim:
Cumhuriyet Türkiye'sinde tarikatların palazlanması, laik rejim savunuculuğuna kararlılıkla soyunanların, yasakçı hassasiyet içinde bu yapıların hareket kabiliyetlerini sınırlamaya çalıştıkları dönemlerde olduysa eğer;
Tarikatların bu toplumda bozulma, açık seçik dejenerasyona uğrama ve ipliklerinin pazara çıkma sürecine girişleri de onları alabildiğine kollayan, hareket imkanlarını sınırsızca artıran AKP döneminde oldu.
Şöyle de söylenebilir: Cumhuriyet'in kurucu zihniyeti, tarikatların içine kapanarak büyümesine, güçlenmesine, popülerleşmesine sebep oldu. AKP ise tarikatların dışa dönükleşerek çöküşünün, dibe vuruşunun önünü açtı.
Tarikatlar, kamusal hareket serbestisi kazandıkça belki tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar pespayeleştiler.
İktidar nimetlerinden alabildiğine yararlanıyor olma, onları zühd ve takvadan kopardı, masiva ("yalan-dünya") ve paraya lehimledi.
"Şirk"e hassasiyetin yerini "şirket"lere hassasiyet aldı!
Üzerlerinde "Edeb Ya Hu" yazılı kapılardan girilen mütevazı tekkeler, otomatik bariyerlerin açılmasıyla özel güvenlik görevlileri nezaretinde ancak girilebilen holdinglere dönüştü.
Evet, AKP bir "post-tarikat" oluşum denilebilecek Gülencilerle ittifak içinde yol aldığı iktidarı süresince diğer tarikat-cemaat oluşumlarını tâlîleştirdi belki, ama onların bir dediklerini iki etmeme hususunda da dikkat ve özen gösterdi. Önlerini özellikle ekonomik bakımdan açtıkça açtı ve "aslîleştirdiği Cemaat"le karşılaştırıldığında nispeten daha az olsa bile, onlara da ne istedilerse verdi.
Şimdi hâl böyleyken, İsmail Saymaz'ın çalışmasının yarattığı "badeleme şoku" üzerinden tarikatlar kapatılsın, yok hayır serbest bırakılıp denetim ve düzenlemeye tâbi kılınsın şeklindeki o asırlık "terane"yi (ilga ya da ıslah) bir kez daha tartışmaya açmanın hiçbir reel, sosyolojik ve de ekonomik/politik karşılığı yok.
İlga edemezsiniz. Böyle yaptığınızda daha önce de tecrübeyle sabit olduğu üzere ekmeklerine yağ sürer, "ihya" edersiniz.
Hem bunu yapma arzusunda bir siyasi irade de yok ortada, hayalperest olmayın!..
"Islah" mı? Peki o nasıl olacak?..
Kafalarda en çok dolaşan ve dile de getirilen, bu işi Diyanet'e havale etmek.
Osmanlı'da nasıl Şeyhülislamlığa bağlı Meclis-i Meşayıh tesis edildiyse şimdi de Diyanet'e ya da belki Din İşleri Yüksek Kurulu'na bağlı bir tarikat denetleme-düzenleme kurulu ihdas etmek.
Tekkeyi Meclis-i Meşayih üzerinden medreseye emanet etmeye dönük Osmanlı uygulamasına ne dediysek, buna da aynısını diyelim: Al birini vur ötekine!..
Diyanet'in hali çok mu iyi de tarikatları "murâkabe" ve ıslah edecektir?
Peki, Diyanet'i kim ıslah edecektir?
Toplumun Diyanet'e güveni nedir, halkın gözünde Diyanet'in kredisi nedir?
100 bin küsurluk personelden oluşan ordusuyla sadece iktidardan nasiplenmekle kalmayıp kendisi başlı başına bir iktidar makinesi haline gelmiş Diyanet de zaten devasa bir "Cemaat"e dönüşmüş değil mi?..
Her şey bir yana, Osmanlı'daki "Meclis-i Meşayıh"ın başkan ve üyelerine bakıldığında bunların ekseriya önde gelen tarikat şeyhleri olduğu görülür.
Bugün yürütülen tartışmalara bakıldığında "ehl-i tarikat" olanı, "ehl-i şeriat" olan karşısında yetersiz, vasıfsız, cahil-cühela ve istismarcı sayan "resmi İslam" anlayışından böyle bir öneri gelmeyeceği aşikâr. Nitekim geçenlerde kamuoyuna ifşa olan, bizim de yazı konusu ettiğimiz, Diyanet çıkışlı olduğu kuvvetle muhtemel "Gizli" ibareli raporda tarikat-cemaat oluşumları veya liderlerine yönelik fazlasıyla "asimetrik" ifade ve yorumlara bakıldığında da bu durum açık.
Olabilecek olan, tarikat üzerinde Diyanet vesayetidir ve vesayetin her türü sonuçta toplumun zararınadır. Bu, sadece Diyanet'i toplum üzerinde daha da mütehakkim hale getirmeye yarayacaktır.
Tabii bir de ortada bugün kimsenin öyle kolay kolay baş edemeyeceği muazzam mı muazzam bir başka "tarikat" var.
"Tayyibilik"!
Bugün AKP reisinin bu ülkede etkin olduğu sürece tarikat ve cemaatlerin Türkiye siyasetinde bir etki gücü olmayacağı İslami camia içinden çoklukla yapılan bir tespit.
Ayrıca Tayyip Erdoğan'ın kendisinin başlı başına bir "cemaat" haline geldiği, kendisine bir "şeyh" dedirtmediğinin kaldığını ileri süren de az değil.
Ona "Meşihat (şeyhlik/şeyhülislamlık) Makamı" yakıştırmasında bulunanlar da var.
O halde demek ki Osmanlı döneminde tarikatlar üzerinde otorite durumunda Meclis-i Meşayıh olduğu gibi…
AKP döneminde de onlar üzerinde bir "Meşihat Makamı" var.
Daha bundan öte Diyanet'i devreye sokmaya ne hacet!..
Hep vurguladığımız gibi AKP Türkiye'sinde tarikat-cemaat dendiğinde özlü söz şudur: Hem tarikat hem cemaat, tek tarikat tek cemaat, Erdoğan!..
O yüzden siz diğer tarikatları kendi zelil hallerine bırakın gitsinler. Onlara ilga da ıslah da gerekmez.
Zaten sosyal medya yetiyor ve yetecek de artacak onların hayatın içinde giderek "zevaidden ibaret" kılınmasına…
Siz "Tayyibiye"yi alın değerlendirme ve tartışma gündeminize asıl.
"Şehvetiye"yi yazmak, fâş etmek, elbette İsmail'in emeğini küçümsemek hiç mi hiç muradım değil ama yine de ne diyeyim, bana "zorun kolayı" gibi geliyor.
Esas mesele, "Tayyibiye"yi yazmak!..
(Okuma listesi: Abdülbaki Gölpınarlı, 100 Soruda Tasavvuf, Gerçek Yayınevi, 1985; Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, Dergâh, 1990; Ahmet Yaşar Ocak, Türk Sufîliğine Bakışlar, İletişim, 1996; A. Y. Ocak, Osmanlı Sufiliğine Bakışlar, Timaş, 2010; Tayfun Atay, Batı'da Bir Nakşi Cemaati, İletişim, 1996/Berfin, 2011; T. Atay, Parti, Cemaat, Tarikat: 2000'ler Türkiye'sinin Dinbaz-Politik Seyir Defteri, Can, 2017.)