Zamanı mekândan bağımsız düşünmenin olanaksızlığına dair ilk zihinsel berraklığı sevgili Hocam Prof. Bozkurt Güvenç'in Sosyal ve Kültürel Değişme dersinde kazandığımı hatırlıyorum.
Bozkurt Hoca, "zaman" ve "mekân" diye iki farklı kavramlaştırmadan söz etmenin mümkün olmadığını, özellikle Einstein'ın fizikte devrim olarak karşımıza çıkan görelilik kuramından hareketle, bu kuramı insana, topluma, kültüre dair bir açıklama anahtarı yaparak netleştirmeye çalışıyordu; Beytepe Kampüsü'ndeki Hacettepe-Antropoloji'nin o unutulmaz "Büyük Seminer Odası"nda…
Einstein'a göre "mekân" ve "zaman" olarak ayırt edilebilecek birbirinden bağımsız iki farklı boyut yoktu. Olan, tek bir "mekân-zaman" birliğiydi. Ve zaman, mekânda algılanan devinim ve değişmelerin kavramsal ifadesiydi.
Dolayısıyla zaman, algılanabilir değil, kavranılır-kavramlaştırılabilirdir. Algılanan, insanı da içine alan ve duyularımıza açık (algılanabilir) bir varlık alanı olan mekânın içindeki devinim ve değişmelerdir.
Bu bakımdan zamanın "mekân" ile karşılaştırıldığında çok ama çok daha kültürel, kurgusal ve "yapıntı" olduğu söylenebilir.
Kalbimizin atışından saatin tik taklarına kadar algımızı uyaracak devinimlere; günün ağarması-kararması, ayın doğması-batması, havanın soğuyup-ısınması gibi yine algımızı uyaracak değişimlere ihtiyacımız vardır zaman duygusu, düşüncesi, bilişi kazanabilmek için…
Zaman ancak (devinim-değişim ile) kavranılabilir dedik ama bu kavramanın da iki boyutu var: "Süre" olarak adlandırdığımız, mekândaki devinim ve değişmelerin elbette yine göreli uzunlukları… Ve "sıra" olarak adlandırdığımız, mekândaki devinim ve değişimlerin öncelik-sonralık ilişkileri.
Zamanın "süre"sini bilmekte çok güçlük çekmeyiz; gündönümünün süre olarak mevsim dönümünden, mevsim dönümünün yıl dönümünden kısa olduğunu biliriz. Elbette bu da görelidir. Kutup-altı bölgelerde bir yıl, mevsim bazında değil ama "yazgünü", "kışgecesi" olarak ikiye bölünmüş halde karşımızdadır. Yine de zamanın süresinin bilişsel tayini, bu göreli farklılık ötesinde bir zorluk arz etmez.
Fakat bize "zaman bilişi" veren diğer boyut olan "sıra", bir başka deyişle zamanın sırasının bilişsel tayini, işte bu o kadar kolay değildir. Ay mı önce doğar, yoksa güneş mi? Gün mü geceden öncedir, yoksa tersi mi? Kış mı yazdan öncedir, yoksa tersi mi?..
Bu döngüsel seyir içinde "sıra"yı tayin etmek bizim keyfimize, daha doğru deyişle kültürel yörüngemize kalır ve zamana başlangıç belirleriz. Ahmet Hamdi Tanpınar, istediği kadar, "Ne içindeyim zamanın // Ne de büsbütün dışında // Yekpare, geniş bir ânın // Parçalanmaz akışında" desin (ki burada işte tam da yukarıda belirttiğimiz üzere zamanı mümkün kılan mekân algısı, "yekpare geniş bir an" olarak karşımızdadır). Sonuçta insan toplumsallığı, bir kaotik gerçeği, hayatına düzen vermek için "yapı"landırır ve bu yapılandırmada artık o "yekpare geniş an"da olup bitenler bir düzen içinde sıralanacak, güne de mevsime de yıla da çok daha büyük ölçekte çağlara ve nihayet insanlığa da bir başlangıç seçilecektir.
İnsanın "mekâna zaman eklemesinin türevi" olan tarih için seçilen başlangıç genel bir mutabakatla yazının icadıdır. Antropoloji ise insanın başlangıcını, bir kuyruksuz büyük maymunun yanı başında 2 milyon yıl öncesinde buluntu olarak beliren taş aletlere dayandırır. Roma İmparatorluğu'nun ikiye bölünmesi bizi Orta Çağ'a çıkartır. Yeni (Modern) Çağ bu topraklarda İstanbul'un Fethi, Batı'da Amerika'nın Keşfi ile başlangıçlandırılır. Fransız Devrimi, Yeni Çağ'ı kapatır, Yakın Çağ'ın önünü açar.
Tarihsel zamanın öncesi ve sonrası, Hristiyanlıkta İsa'nın doğumu (Milat), Müslümanlıkta Muhammed'in Allah yolunda Mekke'den Medine'ye göçüdür (Hicret).
Elbette bu örnekler alabildiğine, kavimden kavime, kültürden kültüre çoğaltılabilir ve tekrar etmek gerekirse, yukarıda sıralanan başlangıçların hepsi göreli ve "bağlamsal"dır. Yani hangi insan-toplum-kültür hangi mekân-zaman birliğinde kendinden yana ve kendi-dışında kalan "ötekiler"e mukabil olarak bunları işlerliğe sokuyor; "etnosantrik" (bizmerkezci) motif ve motivasyonlar burada işin içine girmektedir.
Bu doğrultuda modern-kapitalist uygarlığın hemen her yerde evrensel ölçekte kullanımının önünü açtığı 1 Ocak Yılbaşı'sı da bu topraklarda hanidir bir kültürel-politik mesele haline getirilerek ülkenin gidişatını belirleyen dinbaz iktidar ve işbirlikçileri tarafından insanlara "haram" diye diye zehir-zıkkım edilmekte.
İnsanın mekân-zamanla ilişkisine dair yukarıda Bozkurt Hoca'dan aktarılanlar doğrultusunda elbette yılbaşı da kültürel ve kurgusaldır. Doğada, uzayda, kâinatta yılbaşı yok.
Gel gelelim işte yılbaşı, kültürel-kurgusal oyuncak olmanın ötesinde bir alımlanma ile "helâl-haram" tartışması eşliğinde toplumsal gerçekliği yakıcı-yıkıcı-kıyıcı bir şekilde belirler hale geliyor. 2016'yı 2017'ye bağlayan yılbaşında yaşanan Reina katliamını hatırlayın!..
Haram diyenler onu Hristiyanlıkla ilişkilendirmekte ve Noel'le eklemlemekteler. Şu aralar da aynı doğrultuda bazı münferit ve nahoş söylemler-olaylar cereyan etmekte.
Üzerine çok yazdık ve konuşmaktan da dilimizde tüy bitti: Noel, 25 Aralık ve o da İsa'nın tamamen kurgusal, hiçbir hakikati olmayan sözde doğum günü. Ama 1 Ocak Yılbaşı'sını biz Hristiyanlığa değil, Paganlığa borçluyuz ki elbette bu, malûm çevreler için "haram"ı daha da katmerli hale getirecek bir kayıt olsa gerek!..
Tabii ki bizim burada konumuz haram-helâl değil, "mekân-zaman"… Bundan dolayı da yılbaşı belirleme ve kutlama âdetinin çok daha eskiye, tarihin de başlangıç mekânı denilebilecek Mezopotamya'ya kadar geriye gittiğini kaydedebiliriz.
Kuşbakışı hatırlamak gerekirse, bilinen en eski yılbaşı törenleri milattan önce 2'nci bin yılda Babil'de karşımıza çıkar. Bu, mart ayının sonlarında kutlanan ve 11 gün süren bahar bayramı ve yeni yılla aynı gün başlar ve belli ki yolu bugün Nevruz'a kadar çıkmaktadır.
Roma'da yılbaşı olarak ilkin baharın başlangıcı kabul edilen 25 Mart benimsendi. Sonra milattan önce 153'te Roma senatosu yılbaşını 1 Ocak'a taşıdı. Görüldüğü gibi ortada henüz "İsa-Mesih" yok ve 1 Ocak, pagan Roma'da yılbaşı olarak karşımızda.
Gerçi Hristiyanlık Roma'da hâkim olunca 1 Ocak'a "sulanmış" ve Katoliklik onu İsa'nın sünnet gününe dönüştürmüştür. Bizim "senkretizm" dediğimiz kültürel-bağdaştırma eylemidir bu: Bir yerde yürürlükteki inanç, âdet, gelenek ya da anlayışı alır, onu kendi hâkim kılmak istediğinizle bağdaştırarak içselleştirirsiniz. Tıpkı bu topraklarda Hrıstiyan aziz kültlerinin "Hızır-İlyas"la, Hacı Bektaş'la bağdaştırılması gibi…
Böyle bir diğer "bağdaştırma" da İsa'nın doğum günü diye kutlanan Noel'dir. O da pagan Roma'da tarım tanrısı Saturnus ve bir dönem Roma'yı neredeyse ele geçirecek noktaya gelmiş Doğu kökenli Mitraizm inancının tanrısı Mitra'nın doğum günü kutlamalarını Hristiyanlığa "yedirme" yolunda senkretik bir taktiğin sonucu. Kutlama, Mitra'nın değil Mesih'in doğum günü olarak takdim edilmiştir.
Noel ile Yılbaşı hiçbir zaman ayniyet kazanmadı. Hristiyan Orta Çağ Avrupa'sı bu bakımdan gayet heterojen bir tablo sergilemiştir. Yılbaşı İngiltere'de 25 Mart'ta, Fransa'da 22 Mart-25 Nisan arasına rastlayan Paskalya'da, İtalya'da 15 Aralık'ta, İber Yarımadası'nda 1 Ocak'ta kutlanırdı.
Toparlayacak olursak, yılbaşı kutlaması bir insani/kültürel-evrenseldir ve özde, yukarıda uzun uzadıya çerçevelendirilmiş olan zamanın geçişine yönelik kültürel kavramlaştırmanın ritüel dışavurumudur.
"Bir zaman döngüsünü daha birlikte tamamladık, ne mutlu, hep beraberdik ve işte yeni, taptaze, umut dolu bir zamanın içinde de beraber olacağız" demeye vesiledir bu kutlamalar…
Bu, kültürel-kurgusal bir işlemdir; insanın kainattaki yerine dair bir yanılsamadır; kendi kendimizi umuda susamışlıkla tatlı tatlı kandırmamızdır.
Zaman kavramını nasıl kendimizi merkez kıldığımız doğaya ve kâinata yabancılaşmış hayatımızın içinde uydurduysak, aynı doğrultuda tarihi, tarihin içinde yılları, yüz yılları, bin yılları uydurup gidiyoruz. Yılbaşı, bu uydurmalar arasında cim karnında bir nokta.
O yüzden bırakın şu acınası haram mı değil mi takıntısını ve hayatta tek gerçek mutluluk olan sevinçe vesile bu uydurmanın keyfine varın!..
Tanpınar'ın, kurgusal düzenimizin altında yatan kaotik gerçeği çok güzel özetlediği dizelerini yukarıda zikrettik; "Yekpare, geniş bir ânın parçalanmaz akışında" bir zerre bile değiliz aslında.
Haram-helâl mevzuunda da halimizi yine çok güzel ve bir o kadar da sevimli ve gerçekçi özetleyen Hayyam'a kulak vererek veda ederken hepinize hayırlı, uğurlu ve huzurlu bir yeni yıl diliyoruz!..
"Bir elde kadeh, bir elde Kuran
Bir helâldir işimiz bir haram
Şu yarım yamalak dünyada
Ne tam kafiriz ne tam Müslüman…"
Bu yazıda iki kaynaktan alabildiğine beslendim. Birincisi yazıda ismi de geçen sevgili hocam, rahmetli Prof. Dr. Bozkurt Güvenç'in hayli eski ama hiç eskimemiş, benim için başucu kitabı mahiyetindeki eseri, Sosyal ve Kültürel Değişme (Hacettepe Üniversitesi Yayınları, 1976; yeni baskısı Efil Yayınevi'nden piyasada). Diğeri, sevgili dostum Kudret Emiroğlu'nun yine bir başucu kitabı mahiyetindeki büyük emek mahsulü eseri, Gündelik Hayatımızın Tarihi (Dost Kitabevi Yayınları, 2002; yeni-genişletilmiş baskısı İş Bankası Yayınları'ndan piyasada).