Yavuz Turgul’un filmi, Amerikan polisiye formatına teslim olmuş değil, onu teslim almış bir içerikle karşımızda...
“New York’ta Beş Minare”den sonra “Av Mevsimi” de Amerikan filmlerinden esin ve etkileşim taşıyan bir polisiye olarak vizyona girdi. Ancak Yavuz Turgul’un filmi, Amerikan polisiye formatına teslim olmuş değil, onu teslim almış bir içerikle karşımızda. Film, yerli ve “biz”den bir tat vermekte başarılı… Turgul’un şimdiye değin yaptıklarına nispeten “sosyolojik kalibre”si daha düşük tutulmuş bir film “Av Mevsimi”… Yine de bu bakımdan kurcalanacak veriler sunmuyor değil… Mesela önceki filmlerde (özellikle “Kabadayı”da) mevcut olan “erkeklik hali”ni masaya yatırma çabası, bu filmde de belirgin olarak hissedilmekte. “Av Mevsimi”nde filme hâkim dört erkek karakter var: Görmüş-geçirmiş yaşlı polis komiseri “Ferman” (Şener Şen); erkekle özdeş şiddet dilini her fırsatta kullanan delişmen polis “İdris” (Cem Yılmaz); “suç-kültür” ilişkisi üzerine antropolojik tez hazırlarken polisliğe başvuran “Çömez Hasan” (Okan Yalabık); ve hayatı av-avcı ikileminden ibaret sayan kudretli, acımasız iş adamı “Battal” (Çetin Tekindor)…
Bunlar arasında ikisi özel ilgiyi hak etmekte. Filmin ana karakteri ve başkahramanı “Ferman” karşısında bir “saklı kahraman” olarak “İdris” ve filmin “anti-kahraman”ı “Battal”… Cem Yılmaz’ın etkin performansıyla ete-kemiğe bürünen “Laz İdris” tiplemesi, bize erkeğin şiddet ve şefkat gelgitinde çırpınışını yer yer çarpıcı biçimde sergiliyor. Söz gelimi, hâlâ sevdiği eski karısı “Asiye”ye (Melisa Sözen) tekrar beraber olmayı önerip de reddedildiği sahnede “İdris”e dikkat edin! Orada “erkekteki insan”la “insandaki erkek”in nasıl kıran kırana bir mücadele içinde olduğunu göreceksiniz. Filmin “anti-kahraman”ı “Battal” üzerinden de Turgul, erkekliğe dair sorgulamasını geçmişten bugüne (uzun bir süre geçim biçimi, sonra da hobi olarak) her daim erkeğin uğraşı olan avcılık ile eklemleyerek derinleştiriyor. “Av Mevsimi”nin avcılığa tavrı bütünüyle olumsuz değil (“İyi/merhametli avcılar da vardır!”). Ama filmin bu pratiğin yapıcı olmaktan çok “yıkıcı” etkilerine yönelik bir izlek tutturduğu söylenebilir. Hayatın av olmak ile avcı olmak arasında bir seçim olduğunu çok küçük yaşta babasından “keskin” bir dille nasıl öğrendiğini anlatarak sahneye çıkıyor “Battal”: Babasıyla avlanırken vurduğu ceylan, önünde çöküp gözlerini kendisine dikince dayanamayıp ağlamış, babası da suratına sert bir tokat atarak azarlamıştır onu. Orada öğrendiği şudur: Eğer merhametliysen bir daha ava çıkma; avlanacaksan içindeki merhameti yok et!.. Bu “ders”le hayata atılan “Battal”, iş âleminde hızla yükselmiş, rekabetçi, acımasız bir sistemin içinde gemisini başarıyla yürüten kaptan olmuştur. Maharetli, ama aynı ölçüde merhametsiz bir kaptan… Gel gelelim herkesin kendisine av olup kimsenin kendisini avlayamadığı “Battal”a hayat, bir “av tuzağı” kurar. Böbrek hastası olan kızı “Ceylan” (isim, avcı için kızının bile “av” sayılageldiğini düşündürür!) ölümle pençeleşmektedir. Kızını kurtarmak için en iyi bildiği işi yaparak “av”a çıkar ve gencecik bir başka kızı türlü tuzaklara düşürüp ölüm pahasına böbreğini alıp sonra da paramparça etmekten çekinmez. Film, “Ferman”ın yine bir böbrek hastası olan eşinin, kendisine yapılan bağışı genç bir kıza vermesindeki özgecilik (diğerkâmlık) ile “Battal”ın kızı için bir başkasının böbreğini ölümüne almasındaki bencilliğin karşılaştırması üzerinden bizi finale taşır. Avcılık ve erkekliğe dair ilk dersini babasından yediği tokatla almış olan “Avcı”, babasından yadigâr tüfeği av sahasının ortasında bu defa kendisine doğrultarak ateşler. Böylece, “Hayatın içinde ya avsındır ya da avcı; av olmamak için avcı olmaktan başka çare yoktur” diye başlayan film, avcının avla ilişkisinin erkeğin iktidarla ilişkisinden çok farklı olmadığını düşündürerek sona erer. Erkeklik erkeği nasıl ezerse avcılık da eninde-sonunda avcıyı ezmektedir. Ve nihayet, avcının en büyük avı kendisidir!..