Said Nursi’nin 50’nci ölüm yıldönümü dolayısıyla düzenlenen anma programları medyada da göze çarpmaya başladı...
Said Nursi’nin 50’nci ölüm yıldönümü dolayısıyla düzenlenen anma programları medyada da göze çarpmaya başladı. Yıl ilerledikçe bunların sıklaşacağına kuşku yok. Dolayısıyla önümüzdeki dönem, Said Nursi, İslâm, Cumhuriyet ve Atatürk başlıklarının gerilimli bir yanyanalık içinde tartışılacağı günlere bizi çıkaracak gibi görünüyor.Said Nursi, Cumhuriyet’in “anti-kahraman”ıdır. Bu, esasen laik Türkiye’ye, daha doğrusu “Türk laisizmi”ne kararlıca sahip çıkan çevreler açısından böyledir. Ama Cumhuriyet dönemine ilişkin sosyopolitik bir değerlendirme yaparken de bu ifadeyi olgusal mahiyette kullanmak çok yanlış olmaz.Cumhuriyet Türkiye’sinde Atatürk ne anlam taşıyor, neyi/neleri simgeliyor ve örnekliyor ise bunun tam aksi doğrultuda işaretlenmeye potansiyel olarak en müsait karakter, “Bediüzzaman”dır.Daha açık (ve “ağır”) konuşmak gerekirse, laik-Kemalist-Cumhuriyetçi kesim açısından Said Nursi bir “lânet”tir: “Dinci”, “gerici”, “şeriatçı”, “irticaî”, “yobaz” bir figürdür o…Bu yaklaşımın problemli yanı, “Bediüzzaman”ın söyleminin, yaşadığı dönemin genel-geçer (“geleneksel”) dinî-İslâmî anlayış ve uygulamalarına nazaran ne kadar yeni, farklı ve aykırı olduğunu fark etmeyi engellemesidir.Said Nursi dinî-ideolojik performansı açısından bir “İslâmî-modernist” olarak nitelenebilir. O, modern Batı biliminin İslâm’la bütünleşmesini sağlayarak İslâmî düşünceyi ve İslâm toplumunu yeniden biçimlendirmek isteyen Cemaleddin Afgani, Seyyid Ahmed Han, Muhammed Abduh gibi İslâm modernistleriyle aynı çizgidedir. Onun “Medresetü’z-Zehra” projesi, İslâm’ın ilmi ile Batı’nın “fen”ini (bilimini) buluşturma arzusuna dayanır.İşin ilginç yanı, o, bu projesini 1907’de Sultan Abdülhamid’e açmak istemiş, ama padişahın huzuruna münasip olmayan bir biçimde çıktığı gerekçesiyle tutuklanıp akıl hastanesine kapatılmıştır.Said, bu deneyimden bir saltanat düşmanı olarak çıkar ve saltanatın siyaseten devre dışı bırakılması demek olan “Meşrutiyet”e ve İttihatçılığa destek verir.Saltanat karşıtlığının yanı sıra, “Bediüzzaman” tekke-tarikat İslâm’ına da sıcak bakmamakta, tarikatları (kendisinin yetişmesinde katkısı olmakla birlikte) miadını doldurmuş, çağın gerisinde kalmış kurumlar olarak değerlendirmektedir. Onun “Devir tarikat devri değil” sözü, bu anlayışını yansıtır.Hâl böyleyken Nurculuk’u tarikat olarak değerlendirmekte hâlâ ısrar edenleri anlamak mümkün değildir. Nurculuk, tarikatlarda olduğu gibi, aslen “sözlü kültür” hayatının içinden çıkan “mürşit-mürit” ilişkisine dayanmaz. O, “yazılı kültür”ün hayata hâkim olduğu modern dönemle uyarlı şekilde bir “metin” (Risale-i Nur) ve “birey” (talebe) ilişkisi telkin eder. Bu anlamıyla da Nurculuğu “modern” bir İslâmî ekol olarak tanımlamak uygundur.Yukarıda çizilen çerçeve dâhilinde Said Nursi, bu topraklarda İslâm’ı modern zamanlarla uyarlı kılma yolunda çaba harcamış bir “reformcu”dur denilebilir. Hayli iddialı olacak belki, ama o bazı bakımlardan (ve İslâmî çerçevede düşünmek kaydıyla) bu coğrafyanın “Luther”idir! Bireyi, bilimi, kitabı (okuryazar olmayı) öne çıkartmış, saltanatı da tarikatı da “protesto” etmiş, , hem Meşrutiyet’e hem de Cumhuriyet’e destek vermiştir. Enver Paşa onun önünü açma yolunda çaba harcamıştır. Mustafa Kemal Paşa da Milli Mücadele’yi İstanbul’da can-ı gönülden desteklemiş olmasından dolayı onu 1922’de Ankara’ya Meclis’e davet etmiştir.Sultanî rejimin (aralarında derece farkı olmak kaydıyla) muarızı bu iki “Jön Türk”ün de millî siyasetlerinde ondan istifade etmeyi düşündükleri anlaşılmaktadır.Fakat “Bediüzzaman”, Cumhuriyet mevzubahis olduğunda, onun hayli belirgin şekilde İslâm ile çehrelenmesi hususunda ısrarlıdır – ki, işte kırılma noktası burası olmuştur.Bu süreçte Atatürk’ün ona, “Biz senden ne bekliyoruz, sen neler yapıyorsun!” diye çıkıştığı kaynaklarda kaydedilmektedir.Sonuçta yollar ayrıldı ve Said Nursi kendisi için siyasî etkinliğin bitip dinî derinliğin esası oluşturduğu, hayatının “Yeni Said” tabir ettiği dönemine girdi. Risale-i Nur, bu dönemin ürünü olacaktır.Atatürk acaba “Bediüzzaman”dan ne beklemekteydi? Kim bilir, belki onun geleneksel İslâm’a karşı şekillenen reformculuğundan “Protestan” mahiyetli bir “Türk İslâmı” var etme yolunda yararlanmak istiyordu?Belki de Said, İslâmî çerçeve konusunda bu kadar katı olmayıp rejimin milliyetçi perspektifiyle uzlaşı içinde yol alsaydı, bugün ondan Cumhuriyet için “lânet” değil “nimet” olmuş bir şahsiyet olarak söz edilecekti?!.Said Nursi’nin 50’nci ölüm yıldönümüne yönelik süregelecek etkinlikler, umulur ki bu tür soruların kaygılı bir temkinlilik havasıyla kısıtlanmaksızın tartışılabilmesine vesile olsun!..