“Beka sorunu" diye haftalarca seçim meydanlarının tozunu atanları izlerken hep Yanomamö şefi Fusive ve onun hazin hikayesini hatırladım ben...
Şimdi seçim-sonrası duruma baktığımda ise bu hikâyeyi sizlerle paylaşmaktan başka yazacak bir şey bulamıyorum.
Fusive’nin hikayesini, Yanomamö’lerin de aralarında bulunduğu Güney Amerika yerli kabile topluluklarının yaşamını ortaya seren etnografik araştırma ve incelemelerle ömrü geçmiş Fransız siyasal antropolog Pierre Clastres anlatır bize.
Bu kabileler, eşitlikçi toplumlardır ve bu toplumlarda lider olarak ortaya çıkan kişi de eşitler arasında birincidir.
Clastres, kabileye önderlik eden şeflerin değil, o şefleri başa geçiren toplumun iktidarın gerçek sahibi olduğunun altını özenle çizer.
Bir başka deyişle toplum, “şef” olarak başa geçirdiği kişiye kendi üzerinde her türlü yaptırımda keyfince bulunabilmesini sağlayacak “iktidar”ı vermez.
Şef, “muktedir” değildir. Toplum hayatının savaş, kıtlık, büyük ölçekli avcılık ya da diğer ekonomik faaliyetler gibi “kritik” dönemlerinde öne çıkar; onun dışında her şeyin yolunda gittiği zamanlarda ise diğer kabile üyelerinden farksız bir konumdadır.
Hâl böyle olmakla birlikte Clastres, bazen “eşitler-arasında-birinci” olmanın ötesine geçme arzusu gösteren hırslı şeflerin ortaya çıktığından da bahsetmektedir.
Yani zekâsı, cesareti, yeteneği ile sivrilmiş ve kabile üyeleri tarafından öne çıkarılmış biri, bazen bu pozisyonunu geçici değil daim, ayrıcalığını da az değil çok ve mutlak kılmak isteyebilir.
Bunun bir tek yolu vardır ve o da savaştır.
Yani bir şef, yeteneğiyle elde ettiğini “yetke”ye dönüştürüp onu kalıcı kılmanın yolunu ancak savaşla bulabilir.
Bunun için de kendi toplumuna çevreden gelen sürekli bir tehdit algısını her daim canlı tutmak zorundadır.
Bir başka ve hepimizin haftalardır (aslına bakılırsa son altı yıldır) aşina olduğu o meşhur deyişle, bir “beka sorunu” çıkarması gerekir şefin…
Şef, ancak “beka sorunu” eşliğinde sürekli bir “savaş hali”ne yatırım yapıp buna kabilesini ikna edebildiği noktada ve ölçüde kalıcılaşıp, mutlaklaşıp “muktedir”leşebilir.
Tabii bunu sağlamanın koşulu, topluluk üyelerinin sürekli bir savaş hali içinde yaşamayı istemeleridir ki kolaylıkla tahmin edilebileceği üzere hiçbir toplum böyle yaşamayı istemez, buna tahammül edemez, bunu kabul etmez.
Bu nedenle de bir şef, toplumu tarafından ne kadar benimsenirse benimsensin, sevilirse sevilsin, sayılırsa sayılsın, iktidar arzusuyla sürekli savaş istediği noktada bir gün mutlaka yalnız kalır.
İçindeki iktidar arzusuyla, dilindeki “beka sorunu”yla, savaş meydanlarında yalnız başına tükenir gider.
İşte Güney Amerika yerli kabilesi Yanomamö’lerin şefi Fusive’nin başına gelen tam da böyle bir şeydir. Clastres, onun dokunaklı öyküsünü şöyle özetler:
“Fusive düşman topluluklara karşı düzenlediği ve yönettiği başarılı akınlarla kazandığı saygınlık sayesinde kabilesi tarafından şefliğe getirilmişti. Kabilesinin isteğiyle girişilen savaşları yönetmiş, savaşçılık konusundaki teknik yeteneğini, cesaretini, dinamizmini kabilesinin hizmetine sunmuş, toplumun etkin bir hizmetkârı olduğunu göstermişti. Ama savaşçının talihi öylesine kötüdür ki başarılarının arkası gelmezse savaşta kazandığı saygınlığı kısa sürede yitirebilir. Onun için bir savaşçının sürekli savaş dilemekten başka seçeneği yoktur. Şefin savaşma arzusu, toplumun savaş isteğine denk düşerse toplum onu izlemeye devam eder. Ama şefin savaşma arzusunun gerçekleşmesi, barış isteği içinde olan bir toplumun ikna edilmesine bağlıysa (aslında hiçbir toplum sürekli savaşmak istemez), o zaman şef ile kabile arasındaki ilişki tersine döner. Güney Amerikalı savaşçı Fusive’nin yazgısı da bu oldu. İstenmeyen bir savaşı zorla kabul ettirmeye kalkıştığı için kabilesi tarafından yalnız bırakıldı. Bu savaşı tek başına yönetmekten başka çaresi kalmamıştı”(P. Clastres, Devlete Karşı Toplum, Ayrıntı Yayınları).
Fusive örneği, devlet aşamasının çok berisinde bir siyasal örgütlenme düzeyindeki kabile toplumları için söz konusu. Ancak devletli toplumlarda da bu hazin durumun iz düşümlerini veya benzeri örüntüleri bulmak mümkün… Ve böyle olduğu içindir ki 31 Mart yerel seçim maratonunda “iktidar ittifakı”nın meydanlarda-ekranlarda ha bire tekrarlaya geldiği “beka sorunu” söylemi bana Fusive’yi çağrıştırdı.
Fusive’nin, istenmeyen bir savaşı zorla kabul ettirmeye çalışarak iktidarda kalmak istemesi gibi, bizde de iktidar, “beka sorunu” olduğunu topluma zorla kabul ettirmeye kalkıştı. Aslında bu, kanaatimce 2013 Haziran’ında Gezi olaylarının patlamasıyla birlikte, yine iktidar tarafından önü açılan kutuplaştırıcı siyasetin devam ede gelen bir örneğiydi.
Yıllardır hemen her konuda bir iç ve dış düşman tehdidiyle karşı karşıya olunduğu algısı yaratılıyor. “Büyümemizi-güçlenmemizi istemeyen odaklar”a karşı sadece siyasi değil ama ekonomi alanında da teknoloji alanında da medya alanında da kültür alanında da bir “savaş” verildiğine toplum inandırılmaya çalışılıyor.
Böylece sürekli bir “seferberlik” hali ile iktidar daim ve ebedi kılınmak isteniyor.
Bu seçimde de bu strateji “beka sorunu” söylemi ile devam ettirildi; üstelik muazzam bir asimetri eşliğinde... İktidar kendisine propaganda yolunda dehşetengiz bir imkân alanı açarken muhalefetin önünü maddeten (ekonomi-politik) olduğu gibi “manen” de (onu “terör destekçisi” olarak yaftalayarak) tıkadıkça tıkadı.
O yüzden iktidar karşısında siz deyin “5-0”, ben diyeyim “10-0” geride başladı muhalefet 31 Mart seçim sabahına da, saat 17:00’dan sonraki oy sayımına da…
Ama şimdi bakın seçim sonucuna; daha doğrusu sonucu ilan etmekten bile kaçınan iktidar aczine!..
Evet, bir yanda yüzde 51-52 civarındaki iktidar bloku oyu yerinde gibi görünüyor, ama propaganda açısından neredeyse “10-0” önde girilen o seçim sandığında (istenildiği kadar üstü örtülmeye çalışılsın) İstanbul kaybedildi. Ankara kaybedildi. Antalya, Adana, Mersin kaybedildi. Bolu, Artvin, Kırşehir kaybedildi.
Seçim öncesi propaganda yarışında iktidarın yaptıklarıyla kıyaslandığında solda sıfır kalan bir muhalefet varken şimdi seçim sonrasında “beka sorunu” iddiası ve telkininin sınıfta kaldığı bir iktidarla karşı karşıya olduğumuzu söylemek yanlış olmaz.
Türkiye, iktidarın kendi beka sorununu memleketin beka sorunu imiş gibi takdim etme arzusunu kursağında bıraktı.
O yüzden “balkondaki yalnızlık”, tıpkı kendisine "sürekli bir iktidar" devşirme yolunda lideri olduğu topluluğa istenmeyen bir savaşı zorla kabul ettirmeye kalkışan şefin savaş meydanında içine düştüğü yalnızlığı düşünmeye elverir mahiyettedir.