Akademik ömrüm yaptığım işin, harcadığım emeğin, sarf ettiğim enerjinin ne için olduğunu anlatmak, daha doğrusu anlatamamakla geçti. “Antropolog” olduğumu söylediğimde hep kafası karışmış yüz ifadeleriyle karşılaştım. Antropolojiden anlaşılanlar dehşet vericiydi: “Kafatasçılık”, “kemikseverlik”, “ırkbilim” gibi…
Ama asıl, sevgili hocam Bozkurt Güvenç’ten duyduğum bir tanesi vardır ki yukarıdakilere rahmet okutur!..
Hoca’ya ne ile uğraştığını sorup da “antropoloji” cevabını alan biri, heyecanla yorum yapmış:
“Ne iyi! Demek artık kömür depolarının ıslahı yolunda da bilimsel çalışmalar yapılıyor.”
Antropolojinin “antrepo-bilimi” olarak tasavvur ve takdir edildiği bir ülkede “İnsan” denen muammayı anlama, onun doğası üzerine kafa yorma, sırlarına vakıf olma yolunda durmaksızın sabırla çalışmanın yükü ağırdır. Bu yüke ancak yaşadığımız dünyanın, daha özelde bir parçası olduğumuz bu memleketin antropolojiye çok ihtiyacı olduğuna, yaptığınız çalışmaların da bu ihtiyaca karşılık geleceğine inançla katlanabilirsiniz.
Ve bazen de yaptığınız işin “ne”liği adına hiç ummadığınız şekilde öylesine muhteşem anlayışlar çıkar ki karşınıza bu coğrafyadan, yukarıda kaydedilen yükü hafifletip sizi uçarcasına çalışmaya teşvik eder. Evet, insan-toplum-kültür bağlamında “ötekinin bilimi” olarak tanımlanan antropolojiyi “antrepo”dan çağrışımla “depo-bilimi” olarak algılayanlar içinizi burksa da…
Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın, yakın dostu halkbilimci/antropolog Sedat Veyis Örnek vefat ettiğinde onun anısına kaleme aldığı şu dizelerdeki değerlendirmeyi bilmek de rahatlatır içinizi:
“Ekmek halay kilim düğün Dört yön bu dedi Anlattı bölünmez bir ülkeymiş Toplumlar
Birbirimizi yaşamak Bilim bu dedi Anlattı ilk gece kardeşiymiş Toplumlar”
Dağlarca, antropolog dostunun bilimsel çabasını “Birbirimizi yaşamak” olarak yorumluyor.
Hayatım boyunca, antropoloji öğrenimimde, hocalığımda, okuduğum onca kitapta rastladığım tanımlardan hiçbiri büyük şairin iki kelimeden ibaret bu dizesinde olduğu kadar zengin ve vurucu (yükte hafif pahada ağır!) bir içerik çıkarmadı karşıma.
Kendimize göre, toplumumuza göre, ait olduğumuz kültüre göre, parçası olduğumuz kimliğe göre “Öteki” addedileni sadece bilmek, tanımak, anlamak, sevmek yetmez. “Öteki’yi yaşamak”tır esas mesele…
Öteki olanı duyumsamak, içselleştirmek, böylece “Biz”leştirmektir esas mesele…
Öteki olanda kendini bulmaktır esas mesele…
O yüzden “birbirimizi yaşama”ya muhtacız, mecburuz.
***
Gelgelelim bugün yaşadığımız dünya “birbirimizi yaşama”nın değil, “birbirimizi yeme”nin geçer akçe olduğu bir ekonomi-politik işleyiş içinde.
Herkes kendine göre “öteki” saydığını tahrip, tasfiye ve “tart etme” peşinde…
Ne diyor Trump mesela ülkesine sığınmak isteyen göçmenler için:
“Bunlar melek değil. Bunlar serseri.” (Daha önce de “Bunlar insan değil, bunlar hayvan” demişti.)
Ne diyor Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu mesela 29 Ekim resepsiyonunda Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 2018’i “Troya Yılı” ilan etmesi vesilesiyle “birbirimizi yaşama” yolunda jest sayılabilecek tercihle Yunan mitolojisindeki “Tanrıça Helen” kıyafetine bürünen Türkiye’nin Uganda Büyükelçisi için:
“Uganda Büyükelçiliğimizin 29 Ekim resepsiyonundaki görüntüler tarafımızca tespit edildiği anda derhal soruşturma başlatılmış, büyükelçi geri çağrılmıştır.”
Ve ne diyor mesela Akit, Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde farklı cinsel kimlikler üzerine, “LGBTİ kültür” üzerine öğrencilerini bilgilendirme yolunda “birbirimizi yaşamak” ilkesiyle dersine KAOS GL’den temsilcileri davet eden Doç. Ayça Gelgeç Bakacak’ı linç girişimli haberinde:
“Müslüman Anadolu milletinin baş belası sapkın eşcinsellerin üniversitelerde seminer vermeye başladıkları ortaya çıktı.”
Öğretim üyesi meslektaşım, “Queer Teori ve Queer Çalışmaları” başlıklı dersinde gerçek bir üniversite sosyal bilim pratiğinde olması gereken neyse onu yapmış ve “Öteki” addedileni “Biz”leştirme yolunda sözü Queer kimliğin temsilcilerine bırakmış. (“Queer”, heteroseksüel olmayan, azınlık cinsiyet ve cinsellik yönelimlerinin hepsini içine alan bir şemsiye terim.)
Akit ise yazıyor ki “Queer Teori ve Queer Çalışmaları dersine giren LGBTİ’li homolar, ahlâk dışı fiillerini öğrencilere aktardı”.
Bu anlayış toplumsal ve siyasal karşılık, destek, teşvik buldukça sanılmasın ki sadece LGBTİ yurttaşlar tehlikede bu ülkede… Bu, bir “maşist” yelpaze ve bu yelpazenin bir diliminde de daha nice Ahmet Kural’lar, daha nice Sıla’ları dayaktan kırıp geçirmek üzere dişlerini göstere göstere sıvamakta kolları!..
Kadına lânet, eşcinsele lânet, Ermeni’ye lânet, Alevi’ye lânet, Suriyeli mülteciye lânet, Kürt inşaat işçisine lânet, oruç tutmayana lânet, şortlu genç kıza lânet…
“Troya Yılı” hatırına sembolik olarak Yunan tanrıçası kılığına bürünmüş büyükelçiye lânet…
Hepsi birbirimizi yaşamayı değil, birbirimizi yemeyi benimsediğimiz için oluyor.
Tüm farklılıklarımıza karşın “ilk gece kardeşi” olduğumuzu unuttuğumuz için oluyor.
***
Birbirimizi yediğimiz toplumsal-kültürel kutuplaşma ortamında ve bunu pekiştirip kışkırtan bir dinbaz-faşizan politik atmosferde inadına bir inanç, ümit ve hayalle “birbirimizi yaşama”ya davet için artık; daha doğrusu yine, yeni, yeniden T24’teyim.
T24, 2009’da yayın hayatına ilk olarak benimle yapılmış bir söyleşi ile başladı. Siftahım uğurlu geldi! Bugün son derece güçlü, kurumsallaşmış ve saygın bir yayın organı olarak bu ülke için umuda vesile şekilde yoluna devam ediyor.
Ben aynı zamanda 2009-2011 arası köşe yazarı olarak da yer aldım T24 bünyesinde. Diyebilirim ki köşe yazarlığında çıraklık/kalfalık dönemimi hem gerçek bir basın emekçisi, hem de deneyim ve birikimiyle bir gazetecilik mütehassısı olan kardeşim Doğan Akın’la çalışarak tamamladım.
Şimdi olgunluk dönemimde yeniden burada onun yanında olmaktan büyük onur, gurur ve heyecan duyuyorum. Elbette okurlarıma tekrar kavuşmuş olmaktan da büyük mutluluk duyuyorum!..
Bu heyecan ve mutlulukla “Vira Bismillah” derken…
Madem Troya Yılı’nda imişiz ve mademki Yunan tanrı-tanrıça kostümleriyle “Öteki” olana jest babında yaptıkları lânetlenmelerine sebep olmuş “Hariciye” çalışanlarına da destek boynumuzun borcu…
Rahmetli Bülent Ecevit’in, Dağlarca’nın baştaki dizelerinden hiç geri kalmaz mahiyette karşımıza çıkan ve “birbirimizi yaşamak” nedir, bunu fazla söze hacet bırakmaksızın anlatan şu dizeleri ile noktalayalım:
“sıla derdine düşünce anlarsın yunanlıyla kardeş olduğunu bir rum şarkısı duyunca gör gurbet elde istanbul çocuğunu”