Tam olarak ilk ne zaman kullandım, onu hatırlayamıyorum (1 Kasım 2015 tekrar-seçimi sonrası olabilir) ama 2013 Haziran Direnişi (Gezi olayları) sonrası süreçte Erdoğan AKP’sine yönelik işlerliğe soktuğum “Bitmiş bir iktidarın uzun ölümü” ifadesi, şimdi bir modifikasyon gerektirir görünüyor.
Artık, bitmiş bir iktidarın “yakın ölümü” deme noktasındayız!..
Bu söylediğimi açmaya, bazı teorik ve tarihsel hatırlatmalarda bulunarak başlayayım.
***
Toplumun bir statiği bir de dinamiği var.
Statik, durağanlık, süreklilik, değişmezlik demek.
Dinamik ise hareket, devinim, yenilik...
“Statik” ve “dinamik” elbette toplumsal akış içinde zaman zaman yer diğerini bastıracak şekilde öne çıkar. Ancak unutulmaması gereken nokta, bu bastırmanın “statik” ve “dinamik” arasında etkileşimsel bir işleyiş sonucu ortaya çıkmasıdır.
“Toplumsal dinamizm”in uç noktalarda kaos, kargaşa düzeyine vardığı noktada “statik”, yani düzen, istikrar, “huzur” arayışı öne çıkar.
Toplumsal statiğin sürekli kendini tekrar etme; hep aynı retorik ve pratik üzerinden sorunları görmezden gelme; “Böyle gelmiş böyle gider” dayatmasına abandığı noktada da “dinamik”, yani değişme arzusu; yani “Yetti artık, bıktık” tepkisi; yani yeni yüzler, söylemler, eylemler arayışı öne çıkar.
***
İnsan toplumsallığının bu işleyiş mekanizmasının siyasetteki izdüşümleri alışılmadık ya da bilinmedik değildir. Daha çarpıcı olan, bir dönem değişme, yenilik ve geleceği temsil eden herhangi bir siyasi hareketin, bir de bakmışsınız akan zaman içinde statiği temsil eder hale gelmesidir.
Artık değişmeyi değil, değişmezliği, eskimişliği, “Bir olacağız, iri olacağız, diri olacağız” diye diye bıkkınlık vermişliği, yeni ortaya çıkan hâl ve şartların gerisinde kalmışlığı ve nihayet yaşarken tarih olmuşluğu ifade eder olmasıdır.
“Şimdi değişme vakti” diyerek kitlelerin ilgi ve rağbetine mazhar olmuşluktan “Şimdi beka vakti” diyerek, “Aman istikrar bozulmasın” diye bastırarak pozisyon almaya yönelmesidir
Toplumsal dinamiğin ortaya çıkardığı yeni gelişme ve sorunlara cevap veremediği noktada, “Şimdi hesap sorma vakti değil” diye durumu kurtarmaya çalışmasıdır.
***
2002’den bugüne AKP’nin Türkiye siyaset sahnesindeki 17 yıllık yolculuğuna bakıldığında yapılacak bir değerlendirmeyi yukarıdaki sosyolojik öncüllerden beslemek mümkün.
AKP, değişme vaadiyle “dinamik” bir siyasi hareket olarak çıktı 2000’ler Türkiye’sinin önüne ve farklı toplumsal katmanlardan, kültürel segmentlerden çok önemli bir kitlesel destek gördü.
O erken dönem siyasi pratiğinde, onun karşısında “Statüko”yu (statiği) temsil edenler üzerine geldikçe de iyice büyüdü, palazlandı ve giderek "mağrur" oldu. Kibre, hoyratlığa, nobranlığa kapıldı.
***
2000’lerin başından 2010’ların sonuna gelen süreçte neler olup bittiğini de…
Tadı alınmış iktidarı bırakmama, daha doğrusu o iktidarın “esiri” olma doğrultusunda ne kadar karanlık, çirkin, kirli siyasi taktik ve stratejilerin benimsenebildiğini de…
Ne iftiralar ne cadılaştırmalar ne ahlâksızlıklar ne kul hakkı yemelerle şu “iktidar” denilen “arzu tramvayı”ndan inmemek için çırpındıklarını da anlatmaya kalkmanın burada, bu yazı çerçevesinde hem imkânsız hem de lüzumsuz olduğunu kaydederek…
Sadede gelelim:
Değişme vaadiyle toplumsal dinamiği temsil eden bir siyasi hareket olarak Türkiye’de iktidara gelen AKP…
Şimdi “beka vaadi” ile hareket eden…
Böylece toplumsal statiği temsil eden…
Kendisini değişmez/değiştirilemez ve “ezeli-ebedi” göstermek için yırtınan…
Bu yolda her türlü entrika, ayak oyunu, riyakarlık ve ilkesizliği mubah sayan…
Ve geleceğe bakamadığı için toplumu geçmişe kilitlemek isteyen bir “aygıt”a dönüştü.
***
Evet, AKP bir parti idi ama bir “Tek Adam”ın otoriter eğilimlerini tatmin etmeye dönük bir “aygıt”a (araca) dönüştü.
AKP tarihi, daha önce de defalarca belirttiğim üzere, özünde Recep Tayyip Erdoğan’ın “eşitler arasında birinci” olduğu bir pozisyondan bir “Müstebit” olmaya dönüşme, ilerleme, yükselme tarihidir.
Bu sürecin önünü açan en önemli gelişme, 2011 Genel Seçimlerinde partinin aldığı yüzde 50’ye varan (yüzde 49,95) oy ve siyasi düzlemde böylesine egemen bir konum kazanmanın sonucu olarak Erdoğan’ın kafasında “Başkanlık” hedefinin olmazsa olmaz bir takıntı haline gelmesidir.
O noktadan itibaren bu iktidar adına sonun başlangıcında olduğumuz söylenebilir.
***
2011 genel seçimleri sonrasında yaşananlara satır başlarıyla bakalım:
Gezi olayları ve ardından 17-25 Aralık süreci;
7 Haziran 2015 seçimlerinden Güneydoğu’yu ateşe ve dehşete boğarak 1 Kasım 2015 tekrar-seçimine açılan yelpazede olup bitenler;
Korkunç ve meş'um 15 Temmuz darbe girişimini bahane ederek toplumun bütün muhalif kesimlerini olağanüstü hâl ve KHK’larla zapturapta almalar;
Anti-demokratik koşullarda gerçekleştirilen Referandum ve ardından yine tüm devlet gücü seferber edilerek “Başkanlık” koltuğuna oturmalar;
Ve nihayet dün yaşadığımız İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için gerçekleştirilen tekrar-seçim…
Bu sürecin adını ben işte düne kadar “Bitmiş bir iktidarın uzun ölümü” şeklinde koymaktan yanaydım.
Şimdi ise, başta dediğim gibi, buna bir şerh düşüyor ve diyorum ki artık “Bitmiş bir iktidarın yakın ölümü” ile karşı karşıyayız.
***
Dün itibarı ile Türkiye’de kutuplaştırma, ayrıştırma, muhalif olanı kriminalleştirme, farklı düşünen ve yaşayanı cadılaştırma, lanetleme, linçe uğratma siyaseti bitti.
Kültürel anlamda “melezleşme”yi hedefleyen siyasetin; “Melez güzeldir” sloganıyla hareket etmeyi hedefleyen siyaset anlayışı ve siyasi aktörlerin/öncülerin önü açıldı.
Utanmadan, herkesi kendileri gibi bilerek “Oyları çaldılar” dediler; oy çaldığını iddia ettikleri siyasi temsil, 13 bin oy farkını 777 bine sıçrattı.
“Dinbaz” diye siyasi meşreplerini belirledik, malûm...
Dini retoriği ve pratiği “zahiren” (görünürde/yüzeyde) garip-gurabaya, fakir-fukaraya telkin ettiler, yutturdular, “sattılar”; ama kendileri, derinden derine dünyevi zenginlik, hırs ve iktidara tamah ettiler.
Böylesi bir dinbazlıkla toplumu kültürel bağlamda bir dinî vesayet altına almaya çalıştılar.
“Dünya, dünyevî yaşanır.” Bu sade ve basit formüle arkalarını döndüler.
Laikliğin de işte “dünyanın dünyevî yaşanması” demekten başka bir şey olmadığını; bunu isteyenlerin de sadece karşılarında konumlanan “Yüzde 50” değil, kendilerine oy veren “Yüzde 50” de olduğunu sosyolojik cehaletlerinden dolayı görmediler.
“Soğuk Savaş” döneminin siyaset anlayışını dinbazlıklarıyla sarıp sarmalayarak dindar-muhafazakârların o gencecik "Y ve Z-kuşakları"nı dahi kendilerine yabancılaştırdıklarını fark edemediler.
***
“Gezi”, bir hayat isyanı idi.
Gezi’de karşılarından olanın hepimize yutturmaya çalıştıkları gibi “faiz lobisi”, dış güçler, iç illegal örgütler falan değil başlı başına “Hayat” olduğunu es geçtiler.
Haziran 2013’te “Hayat”, Gezi’de bunların dinbazlıklarına isyan etmişti.
Şimdi Haziran 2019’da “Hayat”, bunları sırt üstü yere serdi.
Nice nice Haziran'lara...
Gençlik kazandı.
Gelecek kazandı.
“Dinamik” kazandı.
İstanbul da, Türkiye de layığını buldu.
***
Kaybeden mi?.. Erdoğan, Bahçeli, Öcalan “statiği” falan demeyeceğim.
Ordu’da yaşananlar, VIP’de İmamoğlu’na yaşatılanlar üzerinden ifade edeceğim:
“Basitlik” kaybetti.