Önce bir anekdot: Karşılaştırmalı din ve İslâm çalışmaları alanında 20’nci yüzyılın en önde gelen isimlerinden olan Wilfred Cantwell Smith, 1950’lerde kaleme alınsa da hâlâ değerini yitirmemiş önemli çalışması ‘Modern Tarihte İslâm’ın Türkiye bahsinde büyük ihtimalle 1940’larda konuştuğu bir Türk’ün Cumhuriyet’in İslâm’a bakışını özetleyen şu sözlerini aktarır:
“Bir Türk İslâm’ı inşa etmek istiyoruz; yalnız bizim olan, bizim (yeni) toplumumuza uygun ve onunla bütünleşmiş bir İslâm… Nasıl Hıristiyanlık’ta Anglikanizm tamamen İngiliz tarzı bir Hıristiyanlıksa, aynen öyle. Anglikanizm ne İtalyan, ne de Rus’tur. Ama kimse onu Hıristiyan olmamakla suçlamaz. Niçin biz de kendi İslâmımıza sahip olmayalım” (W. C. Smith, Islam in Modern History, 1957 [1977], s. 193).
Türkiye’de Cumhuriyet’in kurucu iradesinin dine (kişisel değil) siyasal yaklaşımını ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlık nedenini anlama yolunda bu anekdot uygun bir hareket noktası sayılabilir.
Bu, malûm, çok çetrefilli, hararetli ve gerilimli bir tartışma konusu. Bir tarafta Atatürk başta olmak üzere Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının dine kişisel soğuklukları üzerinden onların ‘Din-i İslâm’ı tedavülden kaldırmaya yeltendiğine öfkeyle inananlar var. Öte yandan bir resmî din kurumu olarak ‘Diyanet’in ihdas edilmiş olmasına rağmen, yine Atatürk’ün tasarrufunda hayli pozitivist bir dinler tarihi çalışmasının İslâm’ı ve İslâm peygamberini de kapsamına alacak şekilde geliştirilmesinin, bir anlamda ‘Comte’çu bir ‘insanlık dini’ yönünde telkin hedeflediğini düşünen eleştirmenler var. Nihayet, her ne olursa olsun sonuçta Sünnilik üzerine bina edilmiş ‘Diyanet’in yeni kurulmuş ulus-devleti din adına bütünleştiren değil ayrıştıran (ayrımcı) bir mahiyet taşıyıp laiklikle bağdaşmadığını ileri sürerek kapatılmasını önerenler var.
Bu bir tür ‘Bermuda Şeytan Üçgeni’ içerisinde neyin doğru neyin yanlış olduğunu ayırt etmek zor. Ama yukarıda zikredilen anekdottan hareketle belki karmaşayı sadeleştirme imkânı bulabiliriz.
Aslında Diyanet İşleri Başkanlığı’nın halifeliğin kaldırılmasıyla aynı gün kurulmuş olması (3 Mart 1924), durumu netleştirme konusunda ipucu verir. Bu, ‘İslâm enternasyonalizmi’nden vazgeçip bir ‘nasyonal İslâm’ arayışına yönelme noktasındaki arzu ve iradeyi simgesel olarak yansıtan çarpıcı bir örnektir. Protestan Hıristiyanlığın kapitalizmin bağrında ve ulus-devletin şafağında ortaya çıktığını ve ulusal kiliselere tematik altyapı oluşturduğunu da burada hatırlamak gerekir.
Cumhuriyet’in ‘din sorunsalı’nda esası oluşturan iki şey vardır. Birincisi, yeni kurulmuş ulus-devlete karşı sosyopolitik bir tehlike olarak görülen, siyasal enerjisi yüksek bir dini (İslâm’ı) idare-içi bir yapılanmayla denetim altına almak; ikincisi, yine ulus-devlete uyarlı bir din yapılandırmak... Bu ikinci noktada, Cumhuriyet’in referansı Protestanlık gibi görünmektedir. Bu, o kadar öyledir ki ‘Din-i İslâm’ı reforma uğratma yolunda erken Cumhuriyet döneminde ortaya atılan, camilere ayakkabıyla girme, sıralar koyma, hatta ibadeti müzikle takviye etme gibi bazı aşırı, ama aynı ölçüde de naif öneriler, anti-Kemalist fikir erbabının ‘İslâm’ın Hıristiyanlaştırıldığı’ iddialarına malzeme yapılmıştır.
Bunlar fantastik öneriler olarak kalmıştır, ama ‘yerli-millî din’ arayışında Kuran’ın Türkçeleştirilmesi, onun yorumunun Türkçe yapılması, giderek ezanın ve namazın da Türkçeleştirilmesi girişimleri de esasen Protestanlık esinlidir. Bunlar İslâm’ın ne tasfiyesine ne de ‘İsevîleştirilmesine’ gidişi hedeflemez. Türkçe Kuran okumakla Türkçe ezan dinlemek arasında derece farkı vardır sadece. Biri tutmuş, öteki tutmamıştır, o kadar. Amaç, bir ‘Türkiye İslâmı’ yaratmaktır.
Bu çerçeveden ‘Diyanet’e dönülecek olursa, Kurum, ulus-devletin sınırlarının dışı açısından ayrılığını, o sınırların içi açısından da bütünlüğünü sağlama yolunda ‘Din-i İslâm’ı standardize etme amacıyla kurulmuştur. Hilafetin kaldırılması dışarıyla bağın kopması açısından önemli bir katkı yaptıysa da din adına ülke sınırları içinde mevcut çeşitlilik, darmadağınıklık ve karmaşıklık da ‘ulusal İslâm’ var etme yolunda engel olarak belirmiştir.
Mezhepler, tarikatlar, paganik/panteistik köklere dayalı, ama İslâmi bir çehre edinmiş halk inançları… ‘Diyanet’ bu malzemeden ‘ulus’ olmanın her alanda olduğu gibi dinde de gerektirdiği homojenleşmeyi sağlama yolunda, elde mevcut ve modernitenin ‘olmazsa olmaz’ okur-yazarlık ilkesiyle buluşabilecek tek seçenek olan kitabî din birikimine, bunun için de Osmanlı’dan miras Sünni İslâm’a ister istemez yöneldi. İşte bu, yukarıda söz ettiğimiz reformist hedef açısından ciddi bir açmazdı. Coğrafyanın demografik çoğunluğuyla da özdeşik, Osmanlı’yla da bağlaşık Sünniliğin millî ve resmî tercih haline gelmesi, tüm o ‘Protestan’ ruhu sekteye uğrattı.
Sonuçta, doğal olarak kadrolarını topladığı Sünni, gelenekçi ve Osmanlı’ya meftun kesimler de düşünüldüğünde ‘Diyanet’in zaman içerisinde Cumhuriyet’in kuruluş ideallerinden çok Osmanlı-İslâm siyasal anlayışını yeniden üreten bir kuruma dönüşmesi kaçınılmaz oldu. Öyle ki Kurum’un bastırdığı takvim yapraklarında zamanla hilafet özlemlerinin dile getirilmesine bile rastlanır oldu.
Böylece bir ulusal din arayışından Sünni (ve de Hanefi) çoğunluğa hitap eden, dolayısıyla ulus-devletin kimliğini dinî-mezhebî bakımdan daraltmaya uğratan bir noktaya gelinmiştir. O yüzden Türk ulus-devletinin açık-resmî kimliği Türklük ise, zımnî-örtük kimliği de Sünniliktir diyenlere kızmamak, böyle demelerinin nedenlerini anlamaya çalışmak gerekir.
Şimdi gelelim Cumhuriyet’in başlangıçta esasen millî bir İslam dininden çok beynelmilel bir ‘insanlık dini’ tedris etme hedefi güttüğü iddiasına… Bu, ulus-devletin seküler (laik) ve rasyonel bireyler yaratma şeklindeki bir başka ihtiyacıyla ilişkilendirilmesi gereken olgudur. İslâm’ı ulusallaştırma hedefinin yanı sıra mevcut bu, bireyi de ussallaştırma hedefi, eğitim sisteminde dinsel bilgiyi ‘zamanın ruhu’na uygun olarak pozitivist-rasyonalist çerçevede sunma girişimini kaçınılmaz kılmıştır.
Evet, burada bir ‘içsel çelişki’den söz edilebilir belki ama bu, bütün ulus-devlet pratiklerinde mevcut genel bir çelişkidir. Bir yandan, kendisini önceleyen sosyo-politik birimlerin ruhani bağlayıcılığından çıkması yolunda ulus-devlete din biçmek; öte yandan o ulus-devletin, kendi aklının rehberliğinde yol alması arzu edilen laik birey-yurttaşını lâdinîleştirmek… Ulus-devletin bağrından çıktığı Batı modernitesi içinde bile bu bakımdan çok uyarlılık arz eden bir noktaya varılabildiği söylenemez. Üstelik günümüz geç-modern toplumsallığı bünyesinde ne yalnızca ideal olarak var edilmeye çalışılan ulusal kiliselerden ibaret veya onlarla sınırlı bir Hıristiyanlık vardır, ne de birey alabildiğine aklîleşip sekülerleşmiş ve dinsel-toplumsal aidiyet arayışından vazgeçmiştir.
Dolayısıyla halimiz, dünyanın hali gibidir. Ama esas meselemiz, bugünün tüm alanlarda olduğu gibi dinsel aidiyet alanında da heterojen, kozmopolit ve çoğul Türkiye toplumuna hâlâ homojen, tekçi ve birörnekleştirici yaklaşmayı aşamamış bir Diyanet’le nasıl hitap edebileceğimizdir.
Cumhuriyet, dini tasfiye etmedi, ‘Diyanet’le tanzim etmeye çalıştı. Bize düşense ‘Diyanet’i, tasfiye olmaması için tanzim etmek galiba…
___________________________
NOT: Geçen haftaki Dersim ve CHP ilişkisini tarihten bugüne değerlendirmeye giriştiğimiz yazıya CHP Tunceli milletvekili Hüseyin Aygün’den son derece nazik bir düzeltme geldi. Aygün, 1937-38 olaylarının kamuoyu gündemine gelmesini tetikleyen konuşmayı seçime gidilen süreçte kendi seçmenlerine verdiği bir sözü yerine getirmek üzere yaptığını, bunda (benim, kanaat olarak belirttiğim şekilde) Dersim’de CHP’ye oy verenlere yönelik özellikle BDP yerel kadrolarından gelen ‘cellâdına âşıklık’ diye özetlenebilecek mütecaviz eleştirilerin belirleyici olmadığını söyledi. Katkısından dolayı kendisine teşekkür ediyorum!