Bayram denince benim aklıma hep o gelir: Halamın “etli nohut” yemeği...
Bayram denince benim aklıma hep o gelir: Halamın “etli nohut” yemeği... Kendimi bilmeye başladığım yıllardan itibaren bayramlarla özdeşleşmiş yemek... Bayram sabahı erken kalkıp radyoda (henüz televizyon yok) neşeli türküler dinleyerek kahvaltı yapar, sonra hazırlanıp öğlene doğru Ankara’da ailenin en büyüğü olan halamın evine yollanırdık. Evin kadrosu belliydi: halam, halamın kocası, çocukları, onların eşleri ve torunlar. Bir de biz; babam, annem ve ben... Bu kadro salonun yıllar boyu hep aynı yerindeki sofraya öğle yemeği için otururdu. O sofranın etrafındakiler için diğer yemeklerin tam ortasında koca bir tencere içinde dumanı tüten etli nohudun sanırım ayrı bir yeri vardı. Çünkü etli nohut, sofranın değişmeziydi. Diğer yemekler yıldan yıla değişse de o, bayram ister yaza gelsin ister kışa, hiç değişmeksizin önümüze gelirdi. Bugünden bakıldığında daha çok gariban sofralarını süsleyen mütevazı etli nohudun yıllarca hali-vakti yerinde bir grup insanın bayram gibi nadir bir vesileyle toplandıkları günde sofrada olma nedeni neydi? Neden pirzola-biftek, tavuk veya balık değil, ille de etli nohut? Bunun bir anlamı, belki de hikmeti olmalıydı. Halama sorduğumda cevap standarttı. Bu, “adetten”di... Peki ama adet nedendi? Ne halam, ne babam, ne de baba tarafından yakın çevremizdeki bir başka akraba bunun cevabını veremiyordu. Yıllarca bunu merak edip durdum... Sonra bir gün “Memleket”ten bir uzak akraba, konu bayramlardan açılıp da söz etli nohuda gelince ışığı yaktı. Ona göre kıtlık ve kısıtlılığın olduğu zor zamanlardan kalma bir alışkanlıktı bu. Halam 1918, babam 1920 doğumluydu. Yıllardır savaşan bir ülkenin içine, savaşlar hâlâ devam ederken doğmuşlar ve yine hiç de parlak olmayan savaş sonrası yıllarda büyümüşlerdi.
Ergenlik ve ilk gençlikleri de ekmeğin karneye bağlandığı İkinci Dünya Savaşı yıllarında şekillenmişti. Yorgun ve yoksul bir halkın can havliyle ayakta kaldığı ve yeni bir dünyaya açılmaya çalıştığı sıkıntılı günlerin taşrada büyüyen çocuklarıydılar. İşte o zamanlarda etli nohut, en az bulunanı en bol bulunanla biraraya getirerek kalabalık aile sofralarında hem doygunluk hem de zenginlik hissi veren bir yemekti. Sadece et, zenginlik hissi verse de doygunluk verememekteydi. Sadece nohut da doygunluk verse de zengin hissettirmemekteydi. Bu nedenle etli nohut, o günlerin bayramlık yemeğiydi... Savaş yılları sona erdi. Dünya gibi Türkiye de silkindi, toparlandı, nispeten daha ferah günlere ulaştı. Halam da babam da evlendiler. Samsun-Çarşamba’dan çıkıp Türkiye’nin dört bir yanında bulunduktan sonra nihâyet Ankara’ya yerleştiler. Artık hali-vakti yerinde denilebilecek durumdaydılar. Kıtlık bitmiş ve ihtiyat, ihtiyaç olmaktan çıkmıştı. Ama halam, çocukluğunun, ergenliğinin ve gençliğinin meşakkatli günlerinde bayramlarını bayram yapan etli nohudu unutmamış, onu yokluk günlerinden tokluk günlerine taşımıştı. Yıllar sonra evinde bayram günü biraraya gelmiş bizleri, sofrada zor günlerden bugüne yadigâr kalmış o yemekte buluşturuyordu. Böylece sofra, “Bugünlere kolay gelmedik!” diyordu bize. “Hiç umudumuzu kaybetmedik” diyordu. “Zor oldu, ama başardık” diyordu. En önemlisi, “Ne yaptıksak hep beraber yaptık” diyordu... Etli nohudun sırrı çözülmüştü! Etli nohut, dayanışma demekti. Etli nohut, paylaşım demekti. Etli nohut, azı çok sayabilmek, yani aslında azla yetinmeyi bilmekti... Yıllar yine geçti. Bayramlar bayramları kovalarken biz büyüdük. Türkiye daha köklü değişmelere sahne oldu. Hayatın temposu hızlandı. Rekabet dayanışmanın, hasislik paylaşmanın, bireycilik de toplumsallığın önüne geçti. Azla yetinmesini bilmek yerine daha fazlasını ister olduk. Hayat gailesi bizi bayramlarda dahi buluşturamaz oldu. Bayramlar yıl boyu birbirini görmeyenlerin buluşma zamanı değil, kimseyi görmeye tahammülü kalmayanların kaçışma zamanı oldu. Mahallelerde değil, yazlık ve kışlık tatil beldelerinde karşılanır oldu. Acımasız, hoyrat ve doyumsuz bir hayatın anaforuna kaptırdık kendimizi... Halamın kıtlık günlerinden tokluk günlerine taşıdığı geleneği biz bu bolluk günlerinde koruyamadık. Bolluk, “boşluk”tu belki de... Önce babamı, sonra halamı ve yakınlarda da annemi kaybettik. Onlarla birlikte, toplumsallığı yücelten ve en küçük ortak paydası “etli nohut” olan bayram kültürü de hepten öldü mü bizim için, bilemiyorum. Siz ne dersiniz?.. Bayramınız kutlu olsun!..