Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, 31 Mart yerel seçimlerinde partisi AKP’nin başarısı için meydanlarda ter dökerken yaptığı konuşmalarda muhalefete veryansın ediyor. Tarafsız bir şekilde hizmetinde olmaya söz verdiği halktan milyonlarca oy almış siyasi seçenekleri şiddetle ve dehşet verici bir dille karalıyor; terörle irtibatlandırıp kriminalleştiriyor.
Elbette bunu yaparken dün söylediklerini de yutarak yol alıyor.
Mesela bugün diyor ki “Türkiye’de Kürdistan diye bir bölge var mı? Peki, bu ‘Bay Kemal’ [Kemal Kılıçdaroğlu] bu açıklamayı yapanlarla nasıl oluyor da beraber yürüyor?”
Bunu HDP Eş Genel Başkanı Sezai Temelli’nin seçimle ilgili yaptığı konuşmada “Biz Kürdistan’da kazanacağız. Batı’da da AKP ve MHP’ye kaybettireceğiz” sözlerine binaen söylemekte. Müteakiben söyledikleri ile de hem müttefik olduğu MHP dolayımıyla Türkçü-milliyetçi seçmen kitlesini arkasında konsolide etmeyi, hem de diğer taraftan HDP ile ittifak içinde olduğunu ileri sürdüğü CHP’yi zor duruma düşürmeyi hedefliyor.
***
Oysa aynı Erdoğan, çok eski değil, 2013 yılında yaptığı Meclis konuşmasında şimdi ittifak içinde olduğu MHP’yi, yine şimdi “terörle ortaklık içinde” göstermeye çalıştığı CHP ile aynı kefeye koyarak bakın ne diyordu:
“Bugün MHP ve CHP neye karşı çıkıyorsa, orada ilk Meclis zabıtlarında o karşı çıktıkları şeyleri görecekler. Hem de en başta Gazi Mustafa Kemal’in nutuklarında görecekler. Kürt kelimesini o Meclis’te görecekler. Kürdistan kelimesini o Meclis zabıtlarında görecekler.”
Demek ki 2013’te “Kürdistan” demek söz konusu olduğunda lehte bir pratiğin sahibi olan kişi, bugün aleyhte bir siyasi pratik sahibi...
Bunun sebebinin, yani sözcük olarak “Kürdistan”ı meşru veya gayrı-meşru sayıp saymama gelgitinde dünden bugüne, kendini de inkâr edecek mahiyette siyaset üretmenin, tamamen “konjonktürel” hesaplara teslim olmuş bir ikbal derdi/iktidar kaygısından kaynaklandığı düşünülebilir.
***
Elbette sözcükler simgesel değere sahiptir ve hayatın içinde sarsıcı etkilere de yol açarlar, açmışlardır.
Aynı doğrultuda sözcükler, telaffuz edildiklerinde dil yakar ve yakmışlardır.
Daha önce de yeri geldikçe yazdık, bu topraklarda “Kürdistan”ı bırakın, “Kürt” ve “Kürtçe” sözcüklerinin kullanımının bile korkunç sonuçlar doğurduğu zamanlar olmuştur.
Sosyolog İsmail Beşikçi’nin hayatı bu sebeple karartılmıştır.
Her ikisi de 1969’da yayımlanmış kitaplarında (“Doğuda Değişim ve Yapısal Sorunlar-Göçebe Alikan Aşireti” ve “Doğu Anadolu’nun Düzeni”) Dr. Beşikçi, etnolojik/antropolojik bir yöntemsel hassasiyet de gözeterek Türkiye’nin "Kürt olgusu"na ekolojik, ekonomik, demografik, kültürel ve politik çerçevelerde dikkat çekmekteydi.
Bedeli, 1971’den başlayarak ha bire “gir-çık”larla dolu olan ve 1999’da şartlı salıverilme yasasıyla nihai noktasına varan cezaevi süreci oldu.
Beşikçi Hoca, ömrünün 17 yıl 3 ayını hapiste geçirdi.
Neden?.. “Kürt”ten ve “Kürtçe”den söz ettiği için!..
***
Çünkü “bir zamanlar Kürt yoktu”!
Olsa olsa “Dağ Türkleri”ydi onlar!..
Yüksek yerlerde, karlık bölgelerde yaşayan Türklere de “Kürdaklar” denirdi!..
Kürt adı, bu “Türkler”in dağlarda karda yürürken ayakkabılarının çıkardığı “kart-kurt” sesinden gelmekteydi! Yani, “sıkışmış kar”a verilen addı Kürt!..
Aynı minval üzere, Kürtçe de yok hükmündeydi. Kürtçe konuşmak yasaktı, konuşana ceza vardı.
1960’larda yoğunlaşmaya başlayıp 1980’lerde zirve yapan bu süreç, aslına bakılırsa bugün de “Kürdistan” sözcüğüne siyasi takıntı ve baskıyla devam ediyor.
1980’lerde ağzınızdan Kürt sözcüğünün kaçmamasına dikkat etmek zorundaydınız. Ne oldu o zamandan bu zamana Kürt sözcüğü ve Kürtçenin durumu; bakın bugün Kürtçe yayın yapan resmi kanal bile var!..
Ama şimdi de on yıllar öncesindekine benzer bir politik takıntıyla “antropolojik” bir realiteye gönderme yapan “Kürdistan” sözcüğünden korkup kaçmaya itiliyoruz.
***
Bu “antropolojik realite”, Orta Doğu toplumları ve kültürleri üzerine Londra’da lisansüstü çalışma yaparken, Hollandalı antropolog Martin van Bruinessen’in 1978’de yayımlanmış Agha, Shaikh and State – On the Social and Political Organization of Kurdistan başlıklı kitabında detaylı bir etnografi olarak çıktı benim karşıma. (Kitabın 1992’de genişletilmiş-geliştirilmiş baskısının çevirisi için bkz. Ağa Şeyh Devlet, İletişim Yayınları, 2003.)
Siyasal-antropolojik bir başyapıt olan bu çalışmanın adındaki “Kürdistan” ifadesini, 12 Eylül darbesinin hâlâ siyasal atmosferi belirlediği 1980’ler Türkiye’sinden, Kürt sözcüğünün “kart-kurt”la irtibatlandırıldığı; Kürtçenin bir dil olarak yasaklandığı; Kürtler’in de “Dağ Türkleri”nden ibaret sayıldığı bir iklimden çıkıp gelmiş bir öğrenci olarak karşımda buldum. Benim ülkemde “Kürt”ten bahis mümkün değilken, kültürel-antropolojik çerçevede “Kürdistan”dan bahseden çalışmalardan haberdar oldum, onlardan bilgilendim ve yararlandım.
O zamanlardan bugüne de tabiri bu çerçevede, antropolojik, etnolojik, kültürel bağlamda yeri geldiğinde kullanmaktan da kaçınmadım.
***
Bilindiği üzere, bir ara o göstermelik “Barış Süreci” paralelinde bu türden sözcük takıntılarının aşılması yönünde de hava estirilmişti. Yukarıda aktardığımız 2013 Meclis konuşmasında Erdoğan’ı “Kürdistan”dan bir sözcük olarak meşru mahiyette pozitif yönde bahsettiren de o konjonktürdür.
Sonra durum değişti ve özellikle 1 Kasım 2015 seçimleri sonrasında “terörle mücadele” konsepti eşliğinde ortaya çıkan yeni konjonktürde “Kürdistan” dil yakar hale geldi!.. O yüzden Erdoğan bugün ters yönde, neredeyse “müstehcen” bir sözcük gibi telaffuz ediyor “Kürdistan”ı…
Zaten 2017’de AKP ve MHP’nin üzerinde uzlaştığı Meclis İçtüzüğü değişiklik teklifinde, milletvekillerinin Meclis’te yaptıkları konuşmalarda “Kürdistan” demeleri durumunda para cezasına çarptırılmaları önerildi ve yasalaştı. İlk kurban da HDP Şanlıurfa Milletvekili Osman Baydemir oldu. Meclis’te konuşma yaparken, “Ben, Kürt halkının bir evladı olarak, Kürdistan’dan gelen bir temsilci olarak” ifadelerini kullandığı için Baydemir, iki birleşim Meclis’ten çıkarma ve yaklaşık 12 bin lira para cezasına çarptırıldı.
***
Durumumuz budur. Şimdi müsaadenizle şunu belirtelim:
Siz bugün “Kürdistan” tabirine neyi reva görüyorsanız, aynısının birileri tarafından da “Türkistan” tabirine reva görülebileceği aklınızın bir köşesinde bulunsun!..
Çünkü “Türkistan” dediğiniz yerde de bir dolu siyasi birimden, yani farklı ülke ve devletlerden geçilmiyor.
Türkistan’ın batısı, Türkmenistan, Özbekistan, Tacikistan, Kırgızistan, Kazakistan arasında bölüşülmüş durumda.
Bunlar zaten “Türk” diyorsanız, sakın unutmayın, birbirlerine girdiklerinde Nuh diyor, "soydaş" demiyor hiçbiri!..
Türkistan’ın güneyi Afganistan sınırları içinde… Ayrıca “İran Türkistanı” da var.
Tabii en hassası, Çin’in siyasi kontrolü altındaki Doğu Türkistan... Çin, oraya “Sincan” diyor (Sincan Uygur Özerk Bölgesi).
Ama siz “Doğu Türkistan” diye haykırıyorsunuz!..
Gel gelelim buralarda “Kürdistan” diyenlere aman vermiyorsunuz…
***
Aslında çok basit: "Antropolojik/etnolojik" olarak Kürdistan, "Kürt coğrafyası", yani Kürtlerin yaşadığı yer… Tarihî (otokton) olarak, yoğun olarak, çoğunluk olarak yaşadıkları yer.
Farsça “istân” (“sitân”) son ekine bakın, ne anlam üretiyor; o bile yeter anlamak için...
“İstân”, yer bildiren sözcükler türetmeye yarayan bir ek. Gülistan gibi... Lazistan gibi... Ve elbette Türkistan gibi…
Türkistan diye bir ülke, bir politik realite var mı, hayır yok.
Peki, Türkistan diye tarihî, coğrafi, kültürel, antropolojik bir realite var mı, evet...
Hiçbir kaygı duymadan, bol bol, rahat rahat, takır takır telaffuz ediyor musunuz, ediyorsunuz.
Afgan Türkistan’ı var, İran Türkistan’ı var, Çin Türkistan’ı, yani Doğu Türkistan var.
Biri itiraz etse “Doğu Türkistan” demenize, ona “Hadi oradan” diyor musunuz, diyorsunuz.
Ama Kürdistan diyene, tıpkı dün Kürt diyene yaptığınız gibi hayatı dar etme çabasındasınız.
İran’da İran Türkistan’ı olduğu gibi İran Kürdistan’ı da var. Ayrıca Irak Kürdistan’ı, Suriye Kürdistan’ı var.
Dolayısıyla “Türkiye Kürdistan’ı” da var. Bir siyasi realite (Türkiye) içerisinde kültürel-antropolojik bir olguya karşılık gelmekte bu ifade…
Nitekim Osman Baydemir de Meclis’te ceza almasına yol açan konuşmasına dair tekrar söz aldığında aynen bu anlama gelecek şekilde, “Kürdistan’a Kürdistan demek suç değildir, suç olmamalıdır. Kürdistan, bütünün bir parçasıdır” demişti.
Ve siz “Kürdistan” sözcüğüne böyle yüklenip yasak ve ceza koyunca, bütünü korumaya değil, bütünde kopmaya, kopma eğilimlerine asıl o zaman çanak tutmuş oluyorsunuz.
Bu sözcüğe antropolojik bir serinkanlılıkla ve demokratik bir siyasi olgunlukla yaklaşmak gerekir.
Sonuçta Türkistan varsa, Kürdistan da vardır.
Ama bir beşerî-kültürel olgu olarak Kürdistan’ı yok sayıyorsanız, o zaman aynı doğrultuda Türkistan da yoktur.