Türkiye’de popüler kültüre sosyolojik ilginin önünü açmış sevgili hocamız, iletişim bilimci Prof. Ünsal Oskay aramızdan ayrılalı 10 yıl oldu. Onu nasıl da arıyor, yokluğunu hissediyoruz! Ama bir yandan da ürettikleri, yazdıkları, anlattıkları ve söyledikleriyle o, her daim aramızda olmaya, bizimle yaşamaya devam ediyor.
İşte yukarıdaki başlık da onunla bir unutulmaz anıdan hareketle şekillendi.
1999-2000 arasında Can Dündar tarafından NTV için hazırlanan ve aylık periyotlarda ekrana gelen 11 bölümlük “Dördüncü Nesil” belgeseline Ünsal Hoca ve ben danışman olarak katkıda bulunduk. Bir yıl boyu süren unutulmaz renkli, verimli ve neşeli bir çalışma ortamıydı. Gündelik hayatımızdaki kültürel değişmenin geç-Osmanlı döneminden 2000’ler Türkiye'sine kadar izini süren bu belgeselin konu başlıklarıyla ilgili olarak Ankara’da her ay genel bir düşünce fırtınası yapmak üzere bir araya gelmekteydik.
İşte o unutulmaz buluşmalardan birinde konu nereden nasıl döndü dolaştı geldi, tam olarak çıkaramıyorum ama çok net hatırladığım, Ünsal Hoca’nın ağzından çıkan şu sözdür:
“Eğer bir gün şartları oluşacak olsa, biz faşizmin de bokunu çıkarırız!..”
***
Ünsal Hoca’nın bu sözünü hanidir sık sık hatırlıyorum.
Üstelik bu, Atlantik’in öte yakasından Pasifik’in beri yakasına; yani Amerika’dan Rusya’ya Çin’e açılan yelpazede küresel ölçekte gözlemlerle de bağlantılı işlerliğe sokulabilir bir ifade gibi geliyor bana…
Kitleleri siyasi iktidarlarında eritmeye çalışan otoriter ya da totaliter rejimler, bugünün tekno-kültürel konjonktüründe ancak “boku-çıkmış” halde varlık bulabiliyorlar.
Bu, bir hafife alma değil. Baskı, zulüm ve zorbalık bu iktidarların da umdesi. Ancak faşizan arayışların, günümüz dünyasının “iletişim örüntüsü” içinde, faşizmin o “güzel-eski günler”indeki kadar işinin kolay olmadığını düşünüyorum.
Bu doğrultuda, direnç ve direniş imkânlarının da faşizmin o “eski-güzel günler”iyle kıyaslandığında çok daha geniş ve fazla olduğu kanaati taşıyorum.
Ve buna bağlı olarak, bu tür faşizan arayışların (hadi artık biraz ağzımızı toplayalım!) ipliğinin pazara çıkmasının günümüzde çok daha hızlı gerçekleştiğini öne sürüyorum.
Bu söylediklerimi geçen hafta sonuna doğru vuku bulan, Yavuz Oğhan, İsmail Saymaz ve Akif Beki’nin RS FM’den gayet açık bir resmi-siyasi empoze ile kapı dışarı edilmeleri hadisesi üzerinden temellendirmeye çalışacağım.
Ama önce, faşizmin (yine ağzımızı toplayarak) cılkının çıkmadığı, tersine onun insanlığın canını çıkardığı o “eski-güzel günler”inden bazı enstantaneleri, sonrasında karşılaştırmalı bir değerlendirmeye gidebilmek için paylaşalım!..
***
“Berlin’de çıkan günlük gazetelerin yazı işleri müdürleri ile Almanya’nın başka yerlerinde çıkan gazetelerin muhabirleri her sabah Propaganda Bakanlığında toplanırlardı. Orada Dr. Goebbels, kendilerine ya da yardımcılarına hangi haberlerin yayımlanacağını, hangi haberlerin yayımlanmayacağını, haberleri nasıl yazacaklarını ve nasıl başlık atacaklarını, ne gibi kampanyaların açılacağını ya da kapatılacağını ve nasıl bir başyazı yazılacağını anlatırdı. (…)
Basın hayatından çekilmek zorunda kalan ilk gazetelerden biri Vosssiche Zeitung oldu. Bu gazete 1704 yılında kurulmuştu. Londra’daki The Times, New York’taki Times gibi bu gazete de Almanya’nın en belli başlı ciddi gazetesiydi. Ama liberal görüşlüydü. Sahibi Ullstein, bir Yahudi firmasıydı. 230 yıllık devamlı bir yayından sonra 1 Nisan 1934’te yayın hayatından çekildi. Dünyaca tanınmış liberal bir gazete olan Berliner Tageblatt 1937 yılına kadar dayandı. Almanya’nın üçüncü büyük gazetesi olan Frankfurter Zeitung, Yahudi sahiplerinden ve yazarlarından kurtulduktan sonra, yayınına devam etti. (…)
Nelerin yayımlanacağı ve haberlerle yazıların nasıl yazılacağı Almanya’da gazetelere emirle bildirildiği için, basına elbette ki bir ölü ağırlığı çökecekti. (…) Bu arada bütün gazetelerin satışları birdenbire düştü; gazeteler birbiri ardınca çıkamaz duruma girdiler ya da Nazi yayımcıları tarafından satın alındılar. (…) 1934 yılında Amann ve Goebbels, bir ara partiye aşırı derecede dalkavukluk eden gazete yazarlarından gazetelerini daha az monoton bir hale getirmelerini istediler. (…)
Radyo ve sinema da Nazi devletinin çarçabuk hizmetine girdi. Goebbels radyoyu (o zaman daha televizyon yoktu) modern toplumun başlıca propaganda aracı sayıyordu. Radyonun, öteki Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, Almanya’da da devlet elinde olması, işini daha da kolaylaştırmıştı. (…)
Sinema yine özel firmaların elinde kaldı, ama Propaganda Bakanlığıyla Sinema Odası bu sanayii her bakımdan denetliyordu. Görevleri, ‘film sanayiini liberal ekonomi düşüncelerinden kurtarmak… ve böylece bu sanayii Nasyonal Sosyalist devletin görevini yapabilecek duruma getirmek’ti. (…)
Yıllar geçtikçe Dr. Goebbels’in radyonun en verimli propaganda silahı olduğu hakkındaki sözlerinin ne kadar doğru olduğu anlaşıldı. Radyo, Hitler’in Alman halkını kendi amaçlarına göre biçimlendirmesi işinde öteki haber araçlarından çok daha yararlı olmuştu.”
***
Yukarıdaki satırlar, Nazi iktidarının “çiçeği burnunda” günlerinde Almanya’da bulunmuş Amerikalı gazeteci William L. Shirer’in üç ciltlik abide eseri olan Nazi İmparatorluğu: Doğuşu-Yükselişi-Çöküşü adlı kitaptan aktarıldı (Ağaoğlu Yayınevi, 1968, Cilt 1, s. 389-394).
Shirer, bu yazdıklarını bizzat yaşamış bir insan; bahsettikleri gözlerinin önünde olmuş. Bakalım mesela şu satırlara da:
“Totaliter bir devlette sansür altında bulunan yalancı bir basın ve radyonun insanları nasıl kolayca aldatabileceğini ben kendim, gözlerimle gördüm. (…) Herhangi bir Almanın evinde, bürosunda ya da bir lokantada, bir birahanede, bir kahvede yaptığım konuşmalarda en aydın ve en çok eğitim görmüş sandığım kimselerden bile öyle garip fikirler dinledim ki, şaşırıp kaldım. Radyoda dinledikleri ya da gazetelerde okudukları birtakım saçmaları papağan gibi tekrarladıkları belliydi.”
***
Shirer’in Nazi Almanya’sı ve Hitler rejimine ilişkin aktardıklarının bugünkü hayatımızda da pek çoğumuza ne kadar aşina geldiğini, güncelimize dair ne kadar çok çağrışıma yol açtığını ve yürekleri nasıl sıkıştırdığını kuvvetle tahmin ediyorum.
Ne var ki karşılaştırmalarda benzerlikler kadar farklılıklar üzerinde durmak esastır ve bu bakımdan belki bir parça yüreğinize su serpecek tespitlerde bulunmak mümkün olabilir.
Maddenin nasıl katı, sıvı ve gaz hali varsa, buradan bir benzetmeyle söyleyecek olursak, bugünden bakıldığında Nazi Almanya’sında da medyanın “katı hali” söz konusu idi.
Bugünün dünyası ise medyanın “gaz hali”nin söz konusu olduğu bir dünya.
Hitler rejimi, "gazete-radyo-sinema"dan ibaret, ucu-bucağı belli, elle tutulur-gözle görülür, ülke sınırları dışına çıkmayan, devlet tekeli ve denetiminden de sıyrılamamış bir iletişim ağını gemlemeyi başarabilecek imkân ve yetkinliğe sahipti.
Bugünün dünyasında benzeri arzu ve arayışa sahip iktidarlar için dünyada mevcut, ulusal sınırlarla bağlayıcı olmayan, ayrıca sınırlar söz konusu olduğunda adeta bir gaz geçirgenliğindeki sayısız iletişim ağını kontrol etmek veya baskılamak, havaya gem vurmak, sınır çekmek, duvar örmek gibi bir şey!..
1930’lu-40’lı yılların faşizmi için kâğıt gazetelerin üzerine çökmek, radyoyu kendi borazanı yapmak, görsel olarak da sadece sinema salonlarını cendereye almak yeterliydi.
2010’lu-20’li yılların dünyasında, artık giderek kimsenin dönüp bakmadığı kâğıt gazeteleri geçin, televizüel medya tepeden tırnağa ele geçirilse de, iktidarlara “aşırı derecede dalkavukluk eden” gazeteciler her yerde maiyette tutulsa da yetmiyor. Artık “iCloud” misali bir “bulut” olmuş akıp giden medyaya pençeler, tam tekmil geçirilemiyor.
Twitter’ı kapatsalar, çoluk-çocuk herkes onu açacak anahtarı bulup yoluna devam ediyor; kapatanlar dünyanın gözünde komik olduğuyla kalıyor.
Wikipedia’ya kilit vurulsa, o kilidin sadece bir “0”lık ömrü oluyor.
Ve işte Yavuz, İsmail, Akif kovulsa da o uçsuz bucaksız siber-evrenin “tube”lerinde onlar, eskisinden çok daha güçlü bir etkiye sahip ve daha yaygın bir ilgiye mazhar şekilde var olmaya devam ediyorlar.
Şimdi herkes harıl harıl hangi platformda, haber sitesinde, Youtube kanalında onların tekrar karşılarına çıkacağını merakla bekliyor!..
***
SETA Raporu, hiç kuşkusuz 1930’lar-40’lar dünyasında acayip işlevsel olur, sonuç alırdı.
Ama bugünün dünyasında pratikte kıymeti harbisi yok. Sadece bir utanç vesikası olarak anında teşhir olunuyor; herkesin diline anında dolanıyor ve onu üretenler kamuoyu vicdanında anında mahkûm oluyorlar.
Dışarıda da böyle. Trump otoriteryanizmi mesela… Bir yandan onu tüm ürkütücülüğüyle fantastik çerçevede resmeden filmler-diziler patladıkça patlıyor. O ne kadar medyayı zapturapta almak istese de ipliğini pazara çıkarıp onu rezil-rüsva eden yayınlar ABD’de de, dünyanın her tarafında da gırla gidiyor.
Öyle Shirer’in Nazi Almanya’sı için anlattığı türden, “radyoda dinledikleri veya gazetelerde okudukları saçmaları papağan gibi tekrarlayan” insanlar da yok ortalıkta. Bakıyorsunuz, onlarca televizyon kanalı iktidarın hükmü altında olsa da 23 Haziran seçim gecesi reytinglerde, hem de 1’nci sıradan 8’inci sıraya kadar FOX TV en çok izlenen kanal…
Kimsenin “dalkavuk gazete ve gazetecileri” okuduğu falan yok. Herkes internet ortamından yayın yapan muhalif yayınları okuyor; Twitter’dan görüşlerini yayan, Youtube üzerinden ha bire eleştirel çözümleme ve yorumlarıyla topluma seslenen gazetecileri izliyor.
1930’larda-40’larda, hatta 70'ler-80'lerde olsa malı götürecek mebzul miktarda gazete, televizyon ve diğer iktidar dalkavuğu yayın organının ise şu sosyal medyada kapı baca yıkan “Tik Tok”un onda biri kadar çarpan etkisi yok!..
***
Sonuçta dünyanın her yanı otoriter-totaliter siyasete kesmiş gibi görünse bile, bunlar bana “iCloud Çağı”nda öyle uzun vadede pek de dikiş tutacakmış gibi gelmiyor.
Diktatöryal arayışlar, medyaya hâkim olmaya, onun içindeki figürleri bastırmaya çalıştıkça, teknik olarak “bir bulut gibi kaynayan” o medyanın içinde soğuruluyor, molekül ve atomlarına kadar parçalanıp, ayrıştırılıp “atık”laştırılıyor.
Gazeteler-kanallar kapatılıp, gazeteciler hapse attırılıp işten çıkarttırılsa da olmuyor, olamıyor.
Ve işte Ünsal Hoca’nın ruhu şâd olsun, bu çağda faşizmin, her nerede yaşanıyor ve yaşatılıyorsa, boku çıkıyor!..
Prof. Dr. Ünsal Oskay (1939-2009)