Zaman gazetesi yazarı ve Fethullah Gülen’e en yakın isimlerden Hüseyin Gülerce’nin birkaç gün önceki yazısı, üzerinde durulmayı hak eder mahiyette… Seçimden başarısız çıkmış sayılan CHP ve MHP’deki yeni lider arayışlarını vesile kılarak kaleme aldığı yazısında Gülerce’nin esas itibarıyla “Gülen Türkiyesi”ni tescile yöneldiği söylenebilir. Bu tespitimizi temellendirme yolunda da onun, her iki partinin de ana probleminin Türkiye’deki değişimi okuyamamak olduğunu vurguladıktan sonra yaptığı şu değerlendirme aktarılabilir: “Bu topraklarda dinin özüne, ruhuna bir dönüş var. İnanç temelli hayırseverliğin omuzladığı, Türkiye’yi dünyada layık olduğu yere taşıma heyecanı bugün bütün Trakya’yı, Anadolu’yu sarmış durumda. İnancımızdan gelen değerler, son iki asırdır dayatılan Batılı ahlâkî değerlere karşı, kasabalardan büyük şehirlere, açık bir üstünlük sağladı. Büyük çoğunluk, başkalarına benzemek yerine, kendisi olmayı tercih ediyor” (Zaman, 17 Haziran 2011). Trakya’yı, Anadolu’yu sarmış olan heyecan, kasabalardan büyük şehirlere akan ve Batılı ahlâkî değerlere üstünlük sağlamış inancımızdan gelen değerler… İfadeler, “Gülen Hareketi”ni ima ediyor. Sözün devamında ise ima (Batılı değerler konusunda “kantarın topuzu”nu ayara tâbi tutan bir rötuş eşliğinde), vuzuha kavuşuyor: “Başta Batılı değerler olmak üzere, başkalarının değerlerine savaş açmadan, onlarla çatışmaya girmeden, evrensel insanî değerlerde buluşma hedefi güden bir gönüllüler hareketi var.” Gülerce gayet açık-seçik ifade etmiş. Kullanılan, “Hocaefendi”nin kendi hareketini tanımlama hususunda tercih ettiğini daha önce belirttiği tabir: Gönüllüler hareketi… Yukarıdaki aktarılanlar arasında paylaşılabilecek nokta hiç yok değil… Söz gelimi, evet, CHP ve MHP’nin özellikle son 20 yılda Türkiye’de yaşanan sosyoekonomik değişimi okuyamadıkları ortada. Gülerce, bu değişimin sonucunu, “gönüllüler hareketi”nin ekonomik-kültürel iktidarı olarak tespit ediyor. Lâkin bu değişimi dinin özüne dönüş veya Batılı ahlâkî değerlere karşı başlatılan atak şeklinde değerlendirmek bana oldukça sorunlu, eski deyişle “gayrı kabili mümkün” görünüyor. Zaten biraz da o yüzden olsa gerek Gülerce müteakip sözlerinde bir tevilde bulunarak Batılı değerlere savaş açmamaktan, onlarla çatışmaya girmemekten bahsetme noktasına geliyor. Benim yaklaşımım aynı “değişme”ye başka bir izah getirmekten yana… Ama en önce şunu belirtmeli: Yaşanan değişim, İslâmî düşünce ve “epistemoloji” açısından dahi bir izah çeşitlemesi çıkarır karşımıza… Bu bakımdan İslâmî çerçeveden bile fikirler izafî ve muhteliftir. “Yaşanan”ın dinin özüne dönüş olmaktan çok ondan sapma olduğunu ileri sürecek ve İslâmîlik siciline kimsenin söz söyleyip toz konduramayacağı çevreler vardır. İslâmî olmaktan çok sosyolojik, antropolojik, ama hepsinden öte “lâdinî” bir perspektiften bakıldığında ise yaşananın dinin ruhuna dönüş olmaktan ziyade “zamanın ruhu”na uyum olduğunu düşünmeye sevk eden motifler belirir karşımızda… Gülerce de kullanıyor “zamanın ruhu” tabirini, ama kastettiği Türkiye-sınırlı, yani hayli “mahallî” ve Gülen-patentli bir dindar-muhafazakârlık dinamiği… Ben daha geniş zeminli, “küresel” bağlamlı bir “zamanın ruhu”ndan söz ediyorum. Postmodern küresel kapitalizmden… “Postmodern”in (“modern”in aksine) premodern, geleneksel ve dinsel olana açtığı imkânlar artık sır değil. Neo-muhafazakârlığın da “postmodern”in hâlâ önemli bir belirleyeni olduğu malûm… O yüzden Türkiye’de dindar muhafazakârlığın “postmodern” bir itkiyle, küresel ölçekte, tüketim kapitalizmiyle hemhal olabilmesi söz konusu… Dolayısıyla söz konusu değişme, bir “dinin özüne dönüş” hareketi olmaktan çok, zamanın ekonomi-politiğiyle “bağdaşma” hareketi… Bizim, antropolojide, özellikle “özcü” (essentialist) pozisyonlar, iddialar ve tavırlar karşısında öne çıkardığımız kavramla “senkretik”, yani bağdaştırmacı bir hareket bu… Aslına bakarsanız tüm inanç ve düşünce sistemlerinin esasını oluşturur bu bağdaştırmacılık… Eskiyle yeni, gelenekselle modern, İslâmî olanla Batılı olan bağdaşıma uğrar, “senkretize” olur. Tıpkı Gülerce’nin gazetesinde kendi yazısından sadece üç gün sonra çıkan şu haberde çok güzel örneklendiği gibi: “Daha çok Batılı şirketlerin hâkim olduğu kozmetik pazarında yerli üreticiler de boy göstermeye başladı. Kozmetikte Türkiye’nin ihracat şampiyonu olan Tanalize Kozmetik [isme dikkat!] Müslüman ülkelere satışını arttırabilmek için ‘helal sertifikası’ aldı. Belgeyi uluslararası akreditasyona sahip Konya Selçuk Üniversitesi’nin verdiğini belirten Tanalize Kozmetik Yönetim Kurulu Başkanı Hakan Tuna, ‘bu sertifikayı alarak özellikle Ortadoğu’ya açılmak istedik. Arap ülkelerine ve Türk cumhuriyetlerine de zaten ihracatımız vardı. Ama şimdi helal sertifikalı bir Türk şirketi olarak bölge ülkelerinden Malezya ve Endonezya’ya kadar olan yurtdışı pazarlarda rekabet gücümüzü artırmış olduk’ dedi. … Tuna, ünlü yabancı markalara fason üretim yaptıklarını, yerli üretici olarak yabancılardan bir eksikleri olmadığını söyledi. Şirket, Farmasi markasıyla 118 ülkeye ihracat yapıyor” (Zaman 20 Haziran 2011). Durum bundan ibaret… “Gönüllüler hareketi”yle temsil edilen yeni-Türkiye’de dinin “Pazar”la buluşması, bağdaşması, “senkretize” olması gerçekleşiyor. Olmakta olan, dinde “özcülük” değil, “dinsel senkretizm”dir. Naçizane bir itiraz olarak kabul buyrula!..