İngiliz yazar George Orwell 1920’lerde Britanya’nın sömürgesi Burma’da resmi görevle bulunurken başından geçen bir olayı anlatır anılarında... Polis müfettiş yardımcısı olduğu bölgede kızışma devresine giren bir erkek fil, bağlı olduğu ipi kopararak bir pazara dalmış, ortalığın altını üstüne getirmiş, bir kişiyi de öldürmüştür. “Yerliler”le birlikte iz süren Orwell, filin bulunduğu yere geldiğinde hayvanı sakinlemiş ve kimseye zarar vermeden otlamakta bulur. Orwell yapılması gerekenin hayvanın kontrol ve koruma altına alınması olduğunu düşünse de bir sorun vardır. Temsilcisi olduğu yönetime ve taşıyıcısı olduğu iktidara tâbi iki bin küsur insan onu “izlemekte”dir. Beklentileri, “iktidar sahibi”nin gerekeni yapması, fili öldürmesidir.İktidarı ile insanlığı arasında kaldığı cehennemî ikilemi Orwell şöyle yazıya döker:“O anda fili öldürmek zorunda olduğumu anladım. İnsanlar benden bunu beklemekteydi. O iki bin insanın arzularının beni dayanılmaz biçimde baskıladığını hissedebiliyordum. O anda gördüm ki beyaz adamın bir ‘tiran’a döndüğünde tahrip ettiği esas kendi özgürlüğüdür. O kadar yolu elde tüfekle ve peşimdeki iki bin insanla gelmiş olmak ve sonra da hiçbir şey yapmadan, zayıflık ima eden bir şekilde oradan uzaklaşmak… Hayır, bu imkânsızdı. Kalabalık bana gülecekti. Ve tüm yaşamım, Doğu’daki her beyaz adamın yaşamı, kendine güldürmemek için verilen bir mücadeleydi” (akt. James C. Scott, Domination and the Arts of Resistance, 1990).İktidarın onu taşıyanda değil, etraftaki gözlerde bulunduğunu anlatan bu anıyı, bir yakın dostumun “namus cinayeti-kan davası” gibi memleket trajedilerine dair yaptığı bir saptama aklıma getirdi. Kendisi de böylesi bir trajedinin içine doğmuş dostum, 15 yaşındaki bir çocuğun 18-19 yaşındaki ablasını bir erkekle bakıştı, görüştü, gezdi diye öldürmesinin altında yatan nedenin de benzer bir dinamiğe dayandığını söylemekteydi. Ablasını canından çok sevse de “ailesinin canı”nı çevrenin acı, alaycı, aşağılayıcı bakışlarından kurtarmak için bunu yapmak zorundaydı henüz reşit olmamış çocuk… Aksi takdirde kalabalık bir ömür boyu onu da ailesini de gülerek ezecekti!..Foucault’dan bu yana iktidarı bazı insanların kazandığı, ele geçirdiği ve yararlandığı bir araç olarak değerlendirmenin eksik ve yetersiz olduğunu biliyoruz. İktidar, ona maruz kalan insanlar kadar onu hayata geçiren insanları da tutsak almış, aslında hiç kimsenin sahip olmadığı bir “makine”dir Foucault’ya göre… İnsan toplumsal yaşamının havası-suyu gibidir bir başka deyişle…Ama yine de o havayı topluca teneffüs eden insanların bakışlarında somutlaşır çoğu zaman…O bakışların altında ezilmemek için istemeye istemeye kavga eder, cinayet işler, “fili öldürür”, canınız kadar sevdiğiniz kardeşinizin canına kıyarsınız.Tıpkı Francis Ford Coppola’nın ölümsüz filmi “Baba II”de dramatik biçimde örneklendiği gibi…Filmde “Baba” Michael Corleone (Al Pacino) rakip mafya grubuna çalışarak kendisine ihanet eden kardeşi Fredo’yu (John Casale) bir süre yanından uzaklaştırarak cezalandırdıktan sonra affeder ve tekrar yanına alır. Yaptığından bin pişman Fredo, artık tamamen kontrol altında ve zararsız konumdadır.Fakat Corleone’nin hizmetindeki, kendisine “köpeği gibi” sadık adamlarının gözlerindeki rahatsızlık sık sık yansır beyaz perdeye. Onların, tıpkı fili yakalamış Orwell’in arkasında bulunan yerlilerinkine benzer bir beklentileri vardır. “Baba” bu beklentiyi karşılamak, benliğindeki sevgiyi, şefkati, merhameti yok etmek zorundadır.Burada da iktidar, “Baba”ya tâbi adamların gözlerinde somutlaşır. İçinde yer aldıkları dünyanın kanununu, kardeşine karşı da olsa yerine getirmesini dayanılmaz bir kararlılıkla bekleyen bu bakışlara sonunda teslim olur “Baba”… Kendi emriyle kardeşini öldüren kurşunun dışarıdan gelen sesini duyduğunda odasında yapayalnızdır. Acıyla önüne düşen başı, bize “iktidar”ın, “muktedir”i de ezdiğini resmeder.Böylesi trajik-dramatik örneklerle “iktidar” üzerine yaptığımız bu değerlendirmeyi tatlı bitirelim isterseniz!.. Bir aileyi, bir soyu, hatta bir köyü ölmeye, öldürmeye zorlayan kınayıcı bakışların iktidarının “komedi” mahiyetinde sonuçlar da doğurabileceğine dair bir örnek, 1990’ların sonunda araştırma yaptığım Beyşehir civarındaki köylerden birinde karşıma çıktı.Köyün delikanlılarından biri, komşu köyden bir kızla “ilişki” yaşamış, “namusu giden” köy telafi istese de bu mümkün olmamıştır. Kendilerinden sayıca üstün olan köy karşısında şiddet de üretemeyen mağdur köyün sakinleri topyekûn göç etmek zorunda kalırlar. Çünkü etraftakilerin bakışları onları ezmektedir.O gözlerden ırak, uzak diyarlara göç eden köylülerin şansı yaver gider, hepsi varlıklı bir hayata kavuşurlar. Geride kalan “tacizci köy” ise yoksulluk içindedir ve o köyden olup olayı bana aktaran yaşlı bir adam şöyle yakınarak son verir sözlerine:“Ah Hoca ah! Keşke s_k_len taraf biz olsaydık!”“S_k_len” tarafa dikilen gözlerle tecelli eden iktidarın baskın havasından kaçanlar refaha kavuşmuş anlayacağınız…İktidar böyle işte: Sağı-solu, hâkimi-hükümlüsü, mağduru-mağruru ve düzeni-düzüleni hiç belli olmaz onun…