1986 yılında küçük bir çalışma ekibi bünyesinde (ama esasen Suavi Aydın’la birlikte) Elazığ’ın Hal ve Sün köylerinde bir etnografik alan araştırması gerçekleştirdim. Üç ay kadar süren, görüşme ve katılarak gözlem yöntemleriyle yürüttüğümüz bu “niteliksel” araştırma ne yazık ki yayına dönüşemedi (sebebini sormayın!). Gözlemler, izlenimler, topladığımız önemli ve değerli veriler; yanı sıra köylerde insanlarla yaşadıklarımız, dostluklar, deneyimler, hepsi hatıralarda kaldı, yazıya dökülmedi.
Bugün neredeyse 35 yıla varan akademik yaşamımın en üzücü kesitidir bu: Türkiye için çok önemli katkı oluşturabilecek bir çalışmayı yayına dönüştürememiş olmak (bir etnografik “çocuk düşürme” de denilebilir).
Elazığ’a, 2000 yılında vefat etmiş Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Nermin Erdentuğ’un, adı geçen iki köyde 30 yıl kadar önce yaptığı iki çalışmayı (Hal Köyünün Etnolojik Tetkiki, 1956; Sün Köyünün Etnolojik Tetkiki, 1959) baz alarak gitmiştik. On yıllar sonra köylerdeki sosyal-kültürel değişmeyi tespit ve tahlil amacıyla… O zaman kullandığımız görüşme soru formları ve özellikle Hal Köyü’nde (yeni adı Yeniçubuk) çıkardığım, bütün köyün neredeyse birbiriyle akraba olduğunu gösteren soy ağacı cetveli hâlâ elimin altında. Onları Alan Araştırması Yöntem ve Teknikleri dersinde bugün bile öğrencilerimle paylaşıyorum.
Hal ve Sün pratiği, bir saha araştırmacısı/antropolog olarak benim (disiplin içinde bilinen popüler deyişle) “geçiş ayini”mi (rites of passage) oluşturdu. Bir etnografik araştırmanın nasıl yapılması gerektiğinin yanı sıra, özellikle “nasıl yapılmaması” gerektiğine ilişkin, yani hataları-kusurları bilme açısından da büyük bir tecrübe kazandırdı. O yüzden akademik ömrüm boyunca hiç unutmam ve sık sık da hatırlarım bu “macera”yı…
Ama her iki köyde gerçekleştirdiğim bu araştırmayı en çok hatırlamama vesile, her yıl Türkiye’de büyük gerilime yol açan “Ermeni Soykırımı var mıydı yok muydu” tartışmasının yapıldığı “24 Nisan”lar oluyor.
Bu yıl “24 Nisan gümbürtüsü” daha da erken kendisini gösterdi. Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un bir kararname ile 24 Nisan’ı “Soykırım Anma Günü” ilan ettiği 11 Nisan’ın ardından Türkiye-Fransa ilişkileri gerginleşti. Önce Türkiye tarafı Dışişleri Bakanlığı aracılığıyla kararı sert bir dille kınadı; ardından Bakan Çavuşoğlu, Fransız mevkidaşıyla görüştü.
Fakat esas Antalya’da gerçekleşen NATO Parlamenter Asamblesi’nde konuşan Çavuşoğlu’nun “Ermeni Soykırımı Günü” kararına ilişkin Fransa’yı hedef alan ağır sözleri ve ona mukabil salondaki Fransız milletvekili Sonia Krimi’nin gösterdiği tepkiyle “24 Nisan” günler öncesinden gündem haline geldi. Ve geçtiğimiz Çarşamba, bir yandan anma, diğer yandan hem kınama hem “ayar verme” (“Soykırım yok, ‘mukatele’ var”, vb.) mesajlarıyla geçti gitti. ABD, Trump öncülüğünde yine her yıl olduğu gibi “soykırım” yerine “büyük felaket” demeyi tercih etti.
Soykırım mı, katliam mı yoksa “mukatele” (karşılıklı öldürüşme) mi soruları etrafında dönüp düğümlenen bu bitmez-tükenmez tartışma içinde o meşhur ve klişe, “Bu işi tarihçilere bırakalım; tarihsel belgelere bakalım” önerisi de yine eksik olmadı tabii… İşte bu noktada ben yine 1986’daki Hal ve Sün araştırmama “flashback” yapmadan edemedim! Çünkü 33 yıl önce her iki köyde karşıma çıkan “veriler”, bu işin öyle belgeyle-melgeyle de halledilmesinin mümkün olmadığını ziyadesiyle düşündürmüştür bana ve o günden bugüne düşündürmeye de devam etmektedir.
Tarihçi belgeye bakar, evet.
Antropolog/etnograf için ise belge elbette önemli bir veridir. Ama “bir insan topluluğunun hayat bilgisi” demek olan etnografide belgeden öte esas veri, bellektir.
Ve ne yaparsanız yapın, belge, belleği değiştiremez!..
“Ermeni sorunu”nda bir sonuç alma yolunda belgeden öte belleğe bakmak da kaçınılmazdır.
Hiç gücenmeden, gocunmadan, kızmadan ve kostaklanmadan önünüze sükûnetle, ama elbette korkak ya da ürkek olmayan, kararlı ve dirençli bir bilimsel sükûnetle konan etnografik verilere de ilgi ve dikkat yöneltme olgunluğunu gösterebiliyor musunuz, işte mesele budur.
Bakın, böylesi iki “veri”yi yukarıda bahsettiğim Hal ve Sün köyleri araştırmasından; 1986’da elde edilmiş iki “bellek aktarımı”ndan hareketle sizlerle paylaşayım. Elbette hangi veri hangi köyden ve kimin, kimlerin belleğinden gelmekte; bunları belirtmeyeceğim (bölgeye aşina olanlar bilecektir tabii ki). Antropoloğun en öncelikli sorumluluğu araştırma yürüttüğü topluluğa, o topluluğun insanlarınadır ilkesinden hareketle “kaynak”larımı mümkün mertebe saklı tutacağım.
Köylerden birinde bir ailenin evinde koyu bir sohbetteyiz. Ev sahibi evli çiftin yanı sıra başka misafirler, çocuklar var. Bir de yandaki evden bir komşu erkek var. O da bol bol köyüyle ilgili tarihsel, coğrafi, ekonomik, kültürel ve diğer bilgileri aktarıyor bize… Sonra müsaade isteyip ayrılıyor. Ardından ona dair hoş ve güzel sözlerin arasında ev-sahibi genç kadın sesini her nedense (!) alçaltarak bize diyor ki bu iyi-doğru güzel-komşu için:
“Bunun aslı Ermeni; o kırma-göçertme zamanlarında benim dedem bunun dedesini bizim ağılda saklamış. Sonra gelenler gidince çıkarmış. O da Müslüman olup köyde yaşamaya devam etmiş. Bu, onun torunu. Şimdi bizden farkı yok, öyle ayrı gayrı da yok aramızda. Çok da iyi insanlardırlar.”
Diğer anekdot, bir hayli “hassas”! Belirttiğim gibi, araştırma yaptığımız yıl 1986 ve 12 Eylül (1980) darbesi öncesinin de sonrasının da anıları çok taze. Bize anekdotu aktaran köy, sol-sosyalist görüşlü gençler çıkarmış bünyesinden… Ve Elazığ gibi birbiriyle kıyasıya çatışan karşıt siyasi grupların buluştuğu bir zeminde bu köyle hasmane ilişki içinde olup bütünüyle MHP-Ülkücü harekete meyilli bir başka köy var yakınlarda…
Yine bir sohbet ortamında bizimle aynı yaşlarda bir grup genç, 12 Eylül sonrası kendileriyle düşman bu köyden jandarma eşliğinde gelenlerin, aralarından bazılarını “Komünist” diye nasıl jandarmalara gösterip yakalattırdıklarını anlatıyor.
Derken kısa bir sessizlik anında aralarından biri diğerlerine, manidar şekilde mütebessim, “Söyleyelim mi?” diye soruyor. “Yok; Söyleme; Bırak; Boş ver” falan derken biraz da biz ısrar edince anlatıyorlar:
Kendilerine “siyasi-ideolojik” sebeple düşman bu köyün aslı Ermeni imiş. “Tehcir” uygulamasının sürdüğü dönemde bütün köy Müslüman olmuş ve isimlerini de Türkçede “yıkanıp temizlenmek” anlamına gelen bir sözcükle değiştirmişler (köyün eski Ermenice ismi kayıtlarda mevcut). Tabii ne kadar “hidayete ermiş” olurlarsa olsunlar, civar yerleşmelerde aslen Ermeni oldukları bilindiği için, yakın Cumhuriyet döneminde kendilerini garantiye alma, köken-temelli hatırlatmalara, “hedef tahtası”na oturtulmalara meydan vermeme gayretiyle en uç noktada “Türkçü-milliyetçi” siyasi-ideolojik hareketin destekçisi olmuşlar.
Ancak bu kadar açık anlatabiliyorum!..
Bir dönem MHP milletvekilliği yapmış, yakınlarda da İYİ Parti bünyesinde yer alıp ayrılmış Türk Tarih Kurumu eski başkanı Yusuf Halaçoğlu, 2007 yılında bir vesileyle önce, “1915’te bu topraklarda mevcut 1,5 milyon Ermeni vardı” demiş sonra da sormuştu: “Neredeler bunlar gerçekten?..”
Onun “etnosantrik” cevabına girmek istemiyorum, konu iyice dağılır ve toparlayamayız. Ben kendi cevabımı vereyim: Bu nüfusun “tasfiyesi” üç yoldan oldu. Tehcir, kıtal, ihtida…
Daha anlaşılır dille, göç ettirilme, katledilme ve din değiştirme…
Özellikle üçüncü nokta çok göz ardı edilir ve bu noktayı öyle açık belgelerde de bulamazsınız (tabii devletin gizli nüfus arşivlerinde bir “Dönmeler listesi” varsa, o ayrı).
Bu bilgiyi size belge değil, yukarıdaki örneklerde olduğu gibi bellekler verir.
Bu “bellek bilgileri” rahatlıkla da çoğaltılabilir. Bir bakarsınız Güneydoğu’da “Şafii-Kürt” coğrafyasında bir başka köyde adamın biri sohbetin sıcaklığıyla size güven duyduğu an paylaşır, “Bizim aslımız Ermeni ama işte o malûm olaylarda Müslüman olmuş bizim büyüklerimiz” diye…
Bir başkası, 50’li yaşlarında bir arkadaşınız anlatır; ninesini kaybedip onun ölüm kâğıdını almak için nüfus dairesine gidildiğinde nasıl bir ömür saklanmış “aslen Ermeni” sırrını orada öğrendiklerini…
O yüzden “Ermeni sorunu”, “1915 olayları” ve “24 Nisan anması/kınaması” gibi başlıklar altındaki tartışma ve kavgalarda hayli savunmacı bir siyasi refleksle bu topraklarda kıyamet koparıldığında ne diyorsanız, bunu sadece dış dünyaya, dışarıdaki Ermeni lobilerine ve diasporasına demiyorsunuz.
Ermenilerin ve Ermeniliğin “içimizde”, tarihsel/kültürel genetiğimizde olduğunu unutuyorsunuz.
Sadece hayli mütevazı bir azınlık olarak mevcut Ermeni vatandaşlarınız yok karşınızda…
Ne kadar azınlık olduğu dahi tartışılabilecek “Türk”, “Kürt”, “Alevi”, “Zaza”, “Sünni”, “Şafii”, “MHP”li, “Türkçü” ve aslen Ermeni vatandaşlarınız var.
Sonuç olarak Türkiye bu işin içinden “24 Nisan” reddiyeleriyle ve her yıl dünyaya bu konuda ayar vermelerle çıkamaz.
Ermenilerin bu topraklarda başına gelmiş olanlar karşısında başka ülkelere, mesela Fransa’ya Cezayir’de, Ruanda’da yaptıklarını hatırlatmanın bir kıymeti harbisi yok. Bilakis, bu türden “Siz kendinize bakın” tavrı bile Ermeniler için “soykırım” iddiasının zımnen kabulü demek olmuyor mu?!..
Bu meseleyi, “Soy kırdınız, soy kırmadık; hayır biz kırmadık, siz kırdınız!” kısır döngüsüyle çözemezsiniz.
Adına isteyen soykırım desin, isteyen katliam, isteyense mukatele…
Türkiye bunlara hiç takılmaksızın bu topraklarda insanlık adına işlenmiş büyük bir suçu ve onun yol açtığı felaketi, tıpkı her yıl Çanakkale Savaşı yıldönümlerinde Anzaklar söz konusu olduğunda yaptığına benzer şekilde kendisi bir “Anma” ile karşılayamadığı müddetçe bir adım ileri gitmek mümkün olmayacak.
Ermenilik içimizdedir! Bu bağlamda Christchurch katliamı sonrası Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern’in Müslüman vatandaşları için sarf ettiği sözden öte söz de yoktur:
“Biz biriz; onlar biziz.”
Ve de iç içe geçmiş, birbirimizi yaşamaktayız!..
Esasımız ise “ilk gece kardeşliği”dir. Büyük şair Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın halkbilimci-etnolog Sedat Veyis Örnek anısına yazdığı muazzam şiirinde dile getirdiği gibi:
“Birbirimizi yaşamak
Bilim bu dedi
Anlattı, ilk gece kardeşiymiş
Toplumlar”