(Uyarı: Spoiler!)
"Old habits die hard" ("Eski alışkanlıklar zor ölür") sözünü helâlinden ete-kemiğe bürüyerek karşımıza gelen Martin Scorsese imzalı 3,5 saatlik The Irishman’in özü, toplasanız 3-5 dakikalık bir kesitte saklı aslında.
Söylediğimi açacağım, ama önce şunu ekleyelim: Bazen eski alışkanlıklar zor ölmekle kalmaz, yeni alışkanlıkları da zapt eder; "süreklilik içinde değişme" ilkesini doğrularcasına… Filmleri birer sinema klasiği sayılabilecek usta yönetmen Scorsese’nin, adeta tuğla gibi bir kitabı okuma sabrı talep eden filmini, dikkat toplama süresi taş çatlasa 20 dakikayı geçmeyen bir kuşağın etkin olduğu dijital dünyanın seyir platformu Netflix’ten bizlerle buluşturması tam da böyle bir şey.
Bu doğrultuda genç kuşaktan kimilerinin bir "mini dizi" niyetine üçe dörde bölerek izlemeyi tercih ettiklerini öğrendiğimiz film, Scorsese sinemasının "alametifarikası" denilebilecek dev isim, Robert De Niro’yla ona eşlik eden aynı kapasitede iki oyuncu, Al Pacino ve Joe Pesci ile şaheserleşmekte.
The Irisman, kabaca belirtmek gerekirse, mafya üzerinden Amerika’nın hikayesi... İkinci Dünya Savaşı’nda İtalya ve Sicilya’da General Patton komutasındaki ABD ordusunda tam anlamıyla bir ölüm makinesine dönüşmüş "İrlandalı" Frank Sheeran’ın (Robert De Niro) savaş dönüşü aynı "meşgale"yi bir mafya şebekesi bünyesinde sürdürmesinden başlayan (gerçek hayat hikayesine dayalı) kurgu, makro ölçekte "Amerikan Rüyası"nın nasıl da bir kâbustan ibaret olduğunu anlatmakta bize.
Mafyanın hem Amerikan derin devletinin "canı ile yongası arası bir yerde" duyumsatıldığı, hem de işçi hareketi-sendikal örgütlenme ile nasıl içli dışlı olduğunun resmedildiği bir film bu. Bunlarla bağlantılı olarak, elbette Scorsese sinemasında pek çok kez karşımıza çıktığı üzere bir iktidar pratiği olarak "erkeklik" hikâyesi…
Fakat, bilmiyorum çok mu iddialı olacak ama ben bunların hepsinin sadece bir fon oluşturmaktan öteye gitmediği filmin esasen bir "baba-kız hikâyesi" olduğunu düşünmekten yanayım!..
* * *
Savaş sonrası et nakliyesi yapan bir kamyon şoförü olarak çalışırken kendi çapında küçük bir hırsızlık kaçamağından hukuken "yırtma" sürecinde yolu ülkenin en güçlü mafya yapılanmalarından biriyle kesişen Sheeran, hem tetikçi hem de koruma olarak bu bünyede hızla yükselir. Sonra da ülkenin en büyük işçi örgütlerinden biri olan Taşımacılar Sendikası’nın Başkanı Jimmy Hoffa’nın (Al Pacino) yakın koruması olmaya yönlendirilir. Hoffa görünürde emek mücadelesinde en ön safta bir isim olmakla birlikte o da suçtan ve kirli ilişkilerden ari değildir.
Zaman, her iki adam arasında kardeşlikten de öte büyük bir dostluğun önünü açar. Jimmy için Frank, belki kendisinden bile daha fazla güvendiği en yakın dosttur. Frank ise lideri olduğu sendika şubesinin ona vereceği ödülü törende kendisine takdim etmesini isteyecek kadar, hayatında merkezi (ve kalbî) bir yere koymaktadır Jimmy’i…
Fakat bu durum yine de mafya liderleri tarafından Hoffa’nın hayatına ilişkin kesilmiş biletin Frank tarafından ona "takdim edilmesini" engellemez!.. "İrlandalı", belki kendinden de çok ailesini koruma uğruna, hayatının kahramanı olmuş can dostunu öldürmekten, denilebilir ki bir "ruhsal-harakiri" yapmaktan kendini sakınamaz.
Sonrasında bir mafya elemanı için ölümden de beter olanın, yaşamak ve yaşlanmak olduğunu düşündüren bir akış çıkar filmde karşımıza. Bu akış içinde de en trajik unsur, babasına evlatlık hakkını helal etmemeye her ne pahasına olursa olsun kararlı Peggy’dir.
Ömür boyu ölümün soğuk nefesini ensesinde hissetmiş, ölümden kaçma yolunda sürekli öldürmek durumunda kalmış bir adamın yaşayarak ölme noktasına kızıyla gelişini izler oluruz.
* * *
Başta belirttiğim üzere, Frank’i kızı Peggy’le (çocuk rolünde Lucy Gallina; yetişkin rolünde Anna Paquin) hepi topu 3-5 dakika sahnede görüyoruz, ama işte filmin en can alıcı mesajı da bu birkaç dakikada saklı.
Peggy’i 10’lu yaşların başında, kendisini iteklemiş bir bakkalın babası tarafından gaddarca dövülüp, ona dokunan elinin çatır çutur kırıldığı sahnede tanıyoruz ilkin. Sonrasında o, babasının içerisinde yer aldığı suç ve ölüm makinesinin ayırtında bir "karşı-bakış" olarak kristalleşiyor filmde. Seyrimize düştüğü dakikalık-saniyelik kesitlerde o, adeta babasının "vicdan-azabı"nın resmi olarak karşımızda.
Diğer taraftan Frank’le sıkı dost olduktan sonra Jimmy Hoffa, Peggy’nin hayatında babasını ikame eden bir ideal-tip olarak konumlanmıştır. Babasında şiddet ve hiddet sarmalında kayıp olan sevgi, şefkat ve yumuşaklık, Jimmy ile Peggy’nin dünyasına girer.
Babasının kâbusa çevirdiği hayatının içinde Jimmy, Peggy için adeta tadımlık bir tatlı-rüyadır.
Bu yüzden Frank Sheeran, içerisinde yer aldığı iktidar şebekesinin Hoffa’ya ve (elbette kendisine de can dostunun katili olmak üzere) kestiği hükmü yerine getirdiğinde içini kaplayan acıdan çok daha fazlası, babasının ne yaptığını da fark etmiş gibi görünen kızı Peggy tarafından artık her daim ona yaşatılacaktır.
Filmin sonuna doğru, yaşlanmış ve güçten düşmüş halde koltuk değnekleriyle yürüyerek Peggy’nin veznedar olarak çalıştığı bankaya gelip, zar zor girdiği kuyrukta kızına denk gelmek için akla karayı seçip ona doğru ilerlediğinde;
"Closed, next teller please" ("Kapalı, lütfen diğer veznedara yönelin") tabelasının kızı tarafından önüne sürüldüğünü izleriz Frank’in...
Bir ömre hâkim olmuş iktidar taşıyıcılığının bedeli budur. Peggy uzaklaşıp giderken geriye, iktidar oyununda artık ıskartaya çıkmış muktedir-eskisinin yüzüne yayılmış çaresizlik, acı ve hüzne eşlik eden bir "boş seda" kalır:
"Peggy, sadece konuşmak istiyorum!.."
"İrlandalı"nın sesini, iktidarla sarmalanmış şiddetten uzak bir "insani" şefkat, yumuşaklık ama en önemlisi çaresizlik içinde ilk defa bu kadar net duymuş oluruz böylece!
* * *
Yukarıda aktardığıma benzer bir tabloyu Francis Ford Coppola’nın "Baba" (The Godfather) trilojisinin üçüncü filminin final kısmında da bulabilirsiniz. Orada da mafya babası Michael Corleone’nin (Al Pacino) kızını "iş"ine kurban vermesi sonrasında perişan bir yalnızlık, kimsesizlik, terk edilmişlik içerisinde hâlâ yaşamaya devam ediyor, daha doğru bir deyişle "ölememiş" olmasındaki "iktidar-bedeli", korkunç bir çarpıcılıkla bize duyumsatılır.
Ama The Irishman’de karşımıza gelen, yukarıda betimlemeye çalıştığım sahne, çok ama çok daha dayanılmaz geldi bana!
İktidarı taşıma payesinden azledilmiş bir muktedir-eskisi için ölümden beterdir yaşamak…
Ömrü iktidara tutsaklıkla geçmiş bir muktedir-eskisi için, en yakınlarının kaybı veya daha korkuncu "canlı şekilde kaybı" ile deneyimlenen bir cehennemî işkencedir yaşamak…
Ölmeye-öldürmeye koşullanmış, ölmemek için önüne çıkan herkese ölümlerden ölüm beğendirmiş bir muktedir-eskisi için, ölüm cezasını mumla aratacak bir mahkumiyettir yaşamak!..