“Büyük insanlık gemide güverte yolcusu tirende üçüncü mevki şosede yayan büyük insanlık.
Büyük insanlık sekizinde işe gider yirmisinde evlenir kırkında ölür büyük insanlık.
Ekmek büyük insanlıktan başka herkese yeter pirinç de öyle şeker de öyle kumaş da öyle kitap da öyle büyük insanlıktan başka herkese yeter.
Büyük insanlığın toprağında gölge yok sokağında fener penceresinde cam ama umudu var büyük insanlığın umutsuz yaşanmıyor.”
(Nâzım Hikmet, Taşkent, 1958)
***
Yeni Zelanda’da insanı insanlığından utandıran ırkçı katliam sonrası hayatını kaybeden Müslümanlar için oluşturulmuş anma platformundaki çiçeklerin arasına bırakılan ve göz pınarlarımızı kaynatan resmin üzerinde şu not var:
“Siz, benim arkadaşlarımsınız. Siz ibadet ederken ben nöbet tutacağım.”
Resimde bir kız ve erkek çocuğunu, Müslüman bir diğer kız ve erkek çocuğu ile el ele tutuşmuş görüyoruz.
Aynı mesaj (“You are my friends. I will keep watch while you pray”), Britanya Manchester’daki “Medine Camisi” önünde, bir Hristiyan olan Andrew Graystone tarafından da verildi. Yahudiler de ellerinde “Yahudi kuzenleri olarak Müslüman kuzenlerimizin arkasındayız” yazılı pankartlarla boy gösterdiler.
***
Alçak ve aşağılık insanlık karşısında “Büyük İnsanlık” bunu hep yaptı. Bir Müslüman ibadet ederken, o huzur-güven içinde ve usulüne uygun namaz kılsın diye nöbet tutmayı hiç ihmal etmedi.
Buna ilk, 2001 yılında Londra Hyde Park’ta “İkinci Körfez Savaşı” nedeniyle ABD ve Britanya’yı protesto için Trafalgar Meydanı’na yürümek üzere toplanmış her renkten, dinden ve etnik kimlikten on binlerce insanın arasında şahit olmuştum. Gösteriye katılan bir grup Müslüman namaza durmuşken, onların namazı bozulmasın diye sosyalisti, feministi, LGBTİ’lisi diğer insanları uyarıyor, namaz kılanların önünden geçmesinler, namaz bozulmasın diye onları başka yöne sevk ediyordu.
(Tabii aynı ortamda Sosyalist İşçi Partisi [SWP] pankartları taşıyarak sosyalist göstericilere “katkıda bulunan” tesettürlü Müslüman kadınlar da dikkatimi çekmişti!)
Aynı “Büyük İnsanlık”, tıpkı 2001 Londra’sında olduğu gibi, 2013 Haziran’ında İstanbul’da da “72 millet-her kimlik”ten özgürce yaşam hakkı için “Gezi”de ayağa kalktığında yine aynı hassasiyeti göstermiştir. Aralarındaki Müslümanların ibadetlerini lâyıkıyla yapabilmeleri için onlar namaz kılarken biber gazına, plastik mermiye kalkan olup nöbet tutarak!..
***
Büyük insanlığın derdi ortaktır. İster Müslüman olsun, ister Hristiyan ya da Yahudi; ister sosyalist olsun, ister anarşist; ister kadın, ister erkek; ister biseksüel, ister trans; ister Kürt, ister Türk; ister Alevi, ister Sünni…
Büyük insanlığın derdi, yukarıda Nâzım’ın dizelerinde on yıllar önce ifade edildiği gibidir:
“Ekmek büyük insanlıktan başka herkese yeter//pirinç de öyle//şeker de öyle//kumaş da öyle//kitap da öyle”.
Bugün de öyle değil mi? Ekmek de soğan da biber de pirinç de patlıcan da tanzim satışlar önünde kuyruk kuyruk olmuş “Büyük İnsanlık”tan başka herkese yetmiyor mu?!..
İşte bu derdi bastırmak için dünyanın her tarafında “maşalar”la terör estiriliyor. Irkçılıkla, etnosantrizmle, antisemitizmle, neo-Nazizm’le, homofobiyle, zenofobiyle ve tabii adeta ikiz-kardeş gibi birbirinden beslenen İslamofobi ve İslamofaşizmle…
***
Tarih “Büyük İnsanlık” ile “alçak insanlık” arasında şiddetli mücadele ile akıp giden bir süreçtir bir bakıma da…
Bu süreçte kimlikler, ister din, ister dil, ister kavim, ister ten rengi (ırk), isterse cinsiyet (ataerkillik) formunda “alçak insanlık”ça kendinden yana operasyonlarda işlevselleştirilir.
“Büyük İnsanlık”, böyle durumlarda insanın kimlikten ibaret olmadığını, “kimlik bir şeydir, ama insan her şey” dercesine savunur. Dünyanın her yerinde olduğu gibi burada da kimliği nedeniyle zulme uğrayanların, katledilenlerin yanında olur; Nâzım gibi, bu topraktan çıkmış bir başka dev sesten, Tevfik Fikret’ten beslenerek, heyecanlanarak, hareketlenerek:
“Toprak vatanım, nev’-i beşer milletim… İnsânİnsân olur ancak bunu iz’anla, inandım.”
Bundandır İsrail’in Filistin topraklarında Müslümanlara yaptıklarına da bu memlekette ilk karşı çıkışların “Büyük İnsanlık” adına belirmesi; Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi saflarına katılmak için Filistin’e gitmiş, orada mücadele etmiş, sonrasında Türkiye’de idam sehpasına da gözünü kırpmadan çıkmış çocuklarla!..
***
“Büyük İnsanlık” Sırpların Bosna-Hersek’teki Müslüman kıyımına da, Hindistan’da Hindu fundamentalizminin Hint Müslümanlarına yaptıklarına da, Myanmar’da Arakan Müslümanlarına yönelik katliamlara da nasıl karşı çıkıp lanetlemesini bilmişse;
Yeni Zelanda’daki İslamofobik ırkçı katliam karşısında da hem canını kaybedenlerin acısını illiklerine kadar hissetmesini, hem de bu barbarlığı lânetlemesini, “Kahrolsun İslamofobi ve Müslüman düşmanlığı” demesini de bilir “Büyük İnsanlık”...
O yüzden Eyfel Kulesi’nin ışıkları söner; Türkiye’deki sinagoglarda katliam kurbanları için dualar edilir; Londra’da tıpkı 2001 Körfez Savaşı için olduğu gibi şimdi de İslamofobi, antisemitizm ve ırkçılığa karşı on binlerce kişi yürür.
O yüzden golünü attıktan sonra katliamda hayatını kaybeden Müslümanlar için secdeye kapanır Rum asıllı futbolcu “Büyük İnsanlık” adına...
O yüzden katliamı “Müslüman göçü” ile ilişkilendiren “alçak insanlık” temsilcisi Avustralyalı parlamenterin kafasında yumurta kırar “Büyük İnsanlığın çocukları”!..
***
Ama “Büyük İnsanlık”, katliamın ardından, bu genel-evrensel insanlık acısını “yerli ve milli” hesaplarla oya tahvil etmek için kullanmaz. Katliamcı alçağın ekmeğine yağ sürercesine, onun kaydettiği “film”i oynatmaz.
Hepimizi derinden sarsan bu korkunç olaydan bile, kendince ve aslında iktidar hırsının retorik "maske"sinden başka bir şey olmayan bir “beka sorunu” malzemesi çıkarmaz. “Beka sorununu göremeyen çapulcular nasılsınız, iyi misiniz” demez.
Böyle büyük, lanetli ve herkes için ortak bir dehşeti, derin bir kederi kişiselleştirmez, “Biz”leştirmez ve buradan bir “Ötekileştirme” üretmeye yeltenmez. Değerli dostum-meslektaşım Süreyya Su’nun T24 Pazar’daki muhteşem yazısında son derece isabetle kaydettiği üzere:
“Yeni Zelanda’daki terör eylemi haberi geldikten sonra çevremdeki insanlarda genellikle hemen bir şaşırma, şaşırmaya eşlik eden üzüntü ve sonrasında nefret duygularının oluştuğunu gördüm. Ama üzüntü, insan türüne ait bir duyarlıktan değil, dinsel kimliğe dair bir duyarlıktan geliyordu. Nefret de başkasının kötülüğüne dair yargının doğrulanması isteğinden geliyordu. Yani aslında terör, gerçekte bir acı, acıma, üzüntü ve insani bir dayanışma değil, sadece bir kimliğin yeniden üretilmesi için gerekli olan süreçleri işletiyordu. ‘Biz’in mağdurluğu ve başkasının kötülüğü üzerinden kurulan bir kimlik. Böylece ve kaçınılmaz olarak acı ve üzüntü malzeme yapılarak kin ve nefret üretiliyor.”
***
Nihayet “Büyük İnsanlık”, yine Süreyya’nın altını çizdiği gibi, başkalarının acısı karşısında daha çok üzülmeyi, feryat etmeyi, eyleme geçmeyi; kendi acısı karşısında ise ortalığı velveleye vermeden sessiz bir olgunlukla vakur durmasını bilir.
“Büyük İnsanlık”, “Ey Haçlılar, gelin hepinizi bekliyoruz” diye kükreyen seste değil, “Haçlı” olsa da “Öteki”nin acısı karşısında soylu bir şekilde eyleme geçen Rum futbolcunun “Müslümanca” sessiz secdesinde karşılık bulur!..