Türkiye Komünist Partisi, 31 Mart yerel seçimleri için İstanbul-Güngören’de inançlı bir Müslüman kadın aday gösterdi. Tekstil sektöründe makineci olarak çalışmakta olan 1977 doğumlu tesettürlü emekçi Fatma Akın…
Türkiye sol-sosyalist tarihi içinde belki küçük bir adım olsa da kanımca simgesel anlamda büyük, hatta belki “devrimsel” mahiyette bir dönüm noktası olarak değerlendirmek gerekir bu tasarrufu…
Türkiye’de solun ve sosyalist düşüncenin dinle ilişkisi ne yazık ki önsel bir reddiyeye dayalı olarak küçümseme ile antipati arasında salınan bir tutum alış içinde oldu yıllar boyunca…
Elbette bunda geçerli sebepler, tarihsel olarak da güncel olarak da (hele hele bugünün faşizan-dinbaz iktidar ikliminde) fazlasıyla vardır. Din, siyaseten halkı kendi çıkarları doğrultusunda denetime, güdümlemeye ve harekete sevk etmek isteyen egemenlerin elinde hep bir “ideolojik silah” işlevi görmüştür.
Yakın geçmişimizde eşitsizliğe, adaletsizliğe, sömürüye karşı mücadele yolunda dalga dalga yükselen sosyalist hareketlerin önüne hep bir “dalgakıran” olarak, dinsel fanatizmle coşturulup anti-komünist kışkırtmaya uğratılmış kitleler çıkarılmıştır.
Bunlar elbette bu topraklarda sol-sosyalist düşüncede (başka yerlerde de olduğu gibi) dine, dinsel tutum ve davranışlara, nihayet dindarlık ve dindar insanlara yönelik bir alerjiyi; mesafe, soğukluk ve husumeti beslemiştir.
Bu doğrultuda din, çağdaş dünyada olsa olsa “geçmişten bir kalıntı” sayıla gelmiş, tartışmalar çoğunlukla dinin siyasete alet edilişi, insanların inançlarının sömürülmesi ve sola, sosyalizme, “aydınlanma”ya düşman “yıkıcı” dinsel hareketlilikler üzerine olmuştur.Tabii bu tartışmalarda havada uçuşan ifadeler de bellidir: Hurafe, gericilik, örümcek kafalılık, Orta-Çağ karanlığı, yobazlık, şeriatçılık ve elbette irtica…
Bu kavramlar üzerinden siyaset yapılabilir, yapılmıştır ve halen yapılmaktadır da… (Tabii sosyal demokrasiden devrimci sosyalizme kadar bir uçtan öbür uca açılan sol yelpazede böyle siyaset yapmanın ne getirip ne götürdüğü ayrıca tartışmaya değerdir.)
Evet, bu kavramlar üzerinden siyaset yapabilirsiniz. Ama bu kavramlar üzerinden bilimsel çözümlemeler yapamazsınız.
Oysa tarihte bilimsel sosyalizmin kurucusu olarak adına kayıt düşülen Marx, din söz konusu olduğunda, yukarıda sıralanan türden öznel, duygusal, “romantik” kavramlarla hareket etmek yerine kılı kırk yaran bir nesnellik içinde analitik kavramlaştırmalarla yol almıştır.
Marx ateistti, ama dine karşı tutumu, mesela hararetli polemikler içine girdiği çağdaşı Ludwig Feuerbach’la kıyaslandığında çok daha sosyolojik ve “empati” yüklüdür.
Fikriyatı, Orta Çağ Avrupa’sında ekonomi-politik bir iktidar odağı olarak kitleler üzerinde kahredici etkiye sahip olmuş Hristiyanlığın kökünü kazıma hedefine yönelik şekillenen Feuerbach karşısında Marx farklı bir pozisyon almıştır. Mücadele edilmesi gerekenin başlı başına din değil, onu var edip kendinden yana işlevselleştiren ekonomik düzen (öncesinde feodalizm, artık kapitalizm) olduğunu ileri sürmüştür. Bu olmaksızın sadece dine karşı mücadeleyi de “gölge boksu” yapmaya benzetmiştir.
Aynı doğrultuda, Türkiye’de sol ve sosyalist çevrelerin din dendiğinde zihniyet dünyasını ağırlıklı olarak ve kestirmeden yapılandırmış “Halkın afyonu” tabirini de hiç mi hiç öyle sanıldığı gibi, mutlak olumsuzlama anlamında kullanmamıştır. Dünyevi süreçlerde ekonomik sefalet ve politik çaresizlikle hayatları tarumar olmuş yoksul kitleleri, içerisinde bulundukları tahammül edilmesi zor ve değiştirmeye de güçlerinin yetmediği koşullar karşısında “teskin eden” bir tür ağrı kesici anlamında kullanılmıştır “afyon” orada (bu konuda bkz. Ahmet Yücekök, 100 Soruda Türkiye’de Din ve Siyaset, 1976, s. 19-20).
Tam bu noktada Mihri Belli’nin şu değerlendirmesini aktarmak da uygun olacaktır:
“Marksistler din konusunda radikal burjuvazi kadar müsamahasız değildir. Karl Marx’ın meşhur ‘Din halkın afyonudur’ sözünün yer aldığı paragrafın tamamını okursanız orada kötüleme yoktur. ‘Sömürü düzeninde insan dine sarılmasın da ne yapsın’ denir. O anlam vardır” (Yeni Harman, 12 Temmuz 2003).
Hadi gelin hemen o sözün yer aldığı paragrafa bir göz atalım ve Marx’ın nasıl da çarpıcı ve düşündürücü şekilde, metaforlarla zengin ama asla “romantik” ya da duygusal olmayan bir felsefi-sosyolojik çözümlemeye gittiğine bakalım:
“Dinsel sıkıntı, aynı zamanda hem gerçek sıkıntının ifadesi hem de gerçek sıkıntıya karşı protestodur. Din, ruhsuz bir durumun ruhu olduğu kadar, ezilmiş yaratığın iniltisi, kalpsiz bir dünyanın kalbidir de… O, halkın afyonudur.” (akt. Brian Morris, Din Üzerine Antropolojik İncelemeler, 2004, s. 60).
Hiç kuşkusuz ne Marx ne de Engels, yine Marx’ın tanımlamasıyla “ideolojinin ilk biçimi” olarak dinin egemenler ve hâkim sınıflar açısından sömürüyü, eşitsizlikleri, sınıf çelişkilerini gizlemeye dönük işlevselleştiğini göz ardı etmişlerdir. Bu bakımdan onların da keskin bir Hristiyanlık eleştirisine gittikleri, siyasal baskının yanında olması itibarıyla da dine karşı oldukları görülür.
Ancak dinin, yönetenler nezdinde bir ideolojik dayanak olduğu kadar, yönetilenler nezdinde “bıçak kemiğe dayandığı"nda isyanların ideolojik ateşleyicisi olduğunun altını çizmeyi de ihmal etmemişlerdir.
Özellikle de Engels, "Köylüler Savaşı”nda, tarihte dinin yönetici sınıf çıkarlarına hizmet etmekle birlikte kurulu düzeni yıkmayı amaçlayan “devrimci” mücadelelere de hizmet ettiğini vurgulamıştır. Hatta Hristiyanlığın, kökeni itibarıyla, ezilmiş insanların hareketi olduğunu; kölelerin, her türlü haktan mahrum bırakılmış, Roma tarafından tâbileştirilmiş yoksul insanların dini olarak belirdiğini kaydetmiştir (Morris, s. 80).
Engels aynı doğrultuda 16’ncı yüzyıl Alman köylü savaşlarını analiz ederken de din ve sınıf yapıları arasında dikkate değer bir ilişki kurar: Katolik kilisesiyle özdeş bir feodal statükodan; Protestanlığın öncüsü Luther’le özdeş bir yükselen burjuvaziden; ve evanjelist vaiz Thomas Münzer’le özdeş yoksul köylü kitlelerinden söz eder. Hatta köylü ayaklanmalarına önderlik eden Münzer’in bir tür “ütopyacı komünizm” savunucusu olduğu ileri sürer (Morris, s.83).
Böylesi bir sosyalist-tarihsel yaklaşımla, dinin komünist ideallerle hareket eden partiler açısından, bir bariyer veya “dalgakıran” olabildiği kadar, bir “imkân alanı” da oluşturabileceğini söylemek neden mümkün olmasın?..
Türkiye tarihinde de Babaîler İsyanı’ndan Şeyh Bedreddin Olayı’na ve 16’ncı yüzyıl Kızılbaş-Alevi ayaklanmalarına kadar, dinsel inanç ile egemene direniş arasındaki bağ kendini göstermiştir. Dinin yegâne ideoloji biçimi olarak değerlendirilebileceği tarihsel dönemlerde karşımıza çıkan bu hareketlilikler, elbette bugünden bakıldığında “sol” sayılabilecek bir siyasal dinamizme karşılık gelmektedirler.
Demek ki din ve dindarlık, sosyo-tarihsel süreçte karşımıza bir yelpaze olarak çıkmakta... Ve bu yelpazenin yönetenler, egemenler, muktedirler, sultanlar ve reislerden yana dilimleri olduğu kadar, yoksullardan, ezilenlerden, hak arayışında olanlardan yana dilimleri, kesitleri, açılımları da var.
Sol ve sosyalizm de toplumsal kaynakları açısından bir yelpazedir ve bu yelpazenin içinde de ateistler olduğu kadar dindar insanlar da vardır, olmuştur, olacaktır; olmaması için hiçbir sebep yoktur.
Dolayısıyla TKP Güngören belediye başkan adayı Fatma Akın, bir “anomali” olmayıp, aslında olması gerekendir.
Üstelik çoktan gecikmiş bir olması gerekendir.