Usame bin Ladin ve El Kaide’yi ortaya çıkaran tarihsel sürecin, 18’inci yüzyılın ikinci yarısında beliren Vahhabiliğe kadar izi sürülebilir. Muhammed ibn Abdülvahhab’ın Osmanlı-karşıtlığı temelinde bir “Arap-İslâm rönesansı” gerçekleştirmek üzere işlerliğe soktuğu Vahhabilik, şeriata dayanak olarak yalnızca Kur’an ve hadisleri alan, çağlar içerisinde ihtiyaçtan çıkmış her tür içtihadı “sapma” sayan, tekke-tarikat İslâm’ını şiddetle reddeden “püriten” bir hareketti. Eğer İslâm’da “fundamentalizm”den söz edilecekse bunu, sanıldığının ve çoğu zaman ileri sürüldüğünün aksine İran ve Humeyni rejimi değil, Vahhabilik temsil eder. Vahhabiliğin somut en büyük başarısı, Suudi Arabistan’dır. İbn Suud’un politik önderliğinde ve Abdülvahhab’ın ideolojik rehberliğinde kuruldu bu ülke… Yukarıda söylenenler Suudi kökenli Usame’nin içerisinden çıktığı zihinsel matrise esas itibarıyla ışık tutarsa da ek olarak kaydedilmesi gereken bir nokta daha vardır. Başlangıçta “devrimsel” enerjiyle bir devletin kurulmasına imkân açan doktrin, zaman içerisinde giderek resmileşip mevcut dünya sisteminin de parçası olmuş bir statükoyu temsil eder hale geldi. O yüzden bin Ladin, Vahhabiliği bitkisel hayata sokmuş Suudi rejimini aldı karşısına en önce ve bu ideolojinin rehabilitasyonuna yöneldi. Bu anlamda nasıl Abdülvahhab erken-modern dönemde bir Arap-İslâm rönesansına giriştiyse Usame de “geç-modern” zamanlarda bir “Vahhabi rönesansı”nı gerçekleştirme işine soyundu. İkinci olarak kaydedilmesi gereken husus, tüm püriten, fundamentalist ve Batı-karşıtı söylem ve retoriğine rağmen El Kaide tabir caizse sapına kadar “modern” bir harekettir. “Modernite”nin istenmedik yan ürünü de denilebilir ona… Kök mantığında (Foucault’dan ilhamla konuşacak olursak) disiplin, denetim ve tahakküm yatan, en genel anlamda doğal-biyolojik ve beşeri-toplumsal dünyalara yönelik bir “fetih hareketi” olarak tanımlanabilecek modernite için El Kaide’nin bir “ayna yansısı” olduğunu ileri sürenler haklıdır (bkz. John Gray, El Kaide: Modern Olmanın Anlamı, Everest Yay., 2004). (Foucault yaşasaydı, zamanında 1979 İran Devrimi’ni desteklediği gibi El Kaide’yi de desteklerdi diye düşünmek dahi mümkün!) Kaydedilmesi gereken üçüncü husus, kendisini önceleyen İslâmcı hareketlerden El Kaide’nin ayrıldığı en önemli noktanın, onun ulusal ve uluslar-arası değil, küresel ve “uluslar-üstü” bir motivasyonla hareket etmesi olduğudur. El Kaide, 20’nci yüzyılın başında Hasan el-Benna gibi iç halkası Mısır’la dış halkası Arap dünyasıyla sınırlı bir İslâmcılık’la da, Mevlana Mevdudi gibi Hint Altkıtası’na mahsus bir İslâmî hareket formülüyle de çıkmadı ortaya… Ne de İmam Humeyni’nin, dışa dönüklüğü devrim ihracından ibaret kalan İslâm Cumhuriyeti’nin özde “uluslar-arası” sistemle uyarlı mantığıyla hareket etti. “Müslüman” olmak dışında birbirleriyle çok da fazla alışverişi olmayan “amorf” bir insan topluluğu, “Yerküre”yi bütünüyle talep eden yeni bir ekonomi-politik düzenleme karşısında, yine bütünüyle “Yerküre”yi çağrı ve eylem alanı yapan bir “kaide” ile ortaya çıktı. Bu anlamda El Kaide, küresel kapitalizm karşısında “küresel İslâm”ın dehşetengiz yüzüdür. El Kaide’yi fizikçilerin “ışık” için yaptıklarına benzer şekilde tanımlamayı öneren uzmanlara da kulak kabartmamak elde değil (bkz. Karen J. Greenberg, Al Qaeda Now: Understanding Today’s Terrorists, Cambridge University Press, 2005, s. 6). Buna göre, ışığın hem bir “partikül” hem de “dalga” olması gibi El Kaide de hem bir “örgüt” hem de “hareket”tir. O yüzden Usame’nin öldürülmesi örgüt için ölümcül bir darbe olabilir belki, ama “hareket” için kuvvetle muhtemel ki pek öyle olmayacak. Üstelik ölüm biçimi, Usame’ye “meftun” kesimlerde onun “ışığı”nı daha da parlatacak şekilde gerçekleşti. Kendisine bağlı yayın organlarında da üzerine basa basa belirtildiği üzere Usame vuruşa vuruşa öldü! Sünni radikal İslâmcılığın “uluslar-arası kapitalizm” çağında en önemli ideologu olan Seyyid Kutub (ki bazıları onu El Kaide’nin “Lenin”i olarak nitelendirir!), aslında 1966’da Mısır’da idam edildiğinde çok da önemli ve dünyaca bilinen bir fikir adamı değildi. İdamı, fikirlerinin dünyaya ilâmının önünü açtı! Şimdi Amerika marifetiyle “şehadet şerbeti” içirilen Usame bin Ladin’in de (üstelik Kutub’dan kat-be-kat fazla ölçekte) fikir ve eylem için ilham membaı olma ihtimali çok yüksek... Cesedinin toprağa verilmekten kaçınılarak erişilemez okyanus derinliklerine gömülmesi bile bu ihtimalden duyulan kaygının bir göstergesi sayılmaz mı?! Hâsılı kelâm, ışığın ana “partikül”ü gitti ama “dalga”sının daha çarpıcı, sarsıcı ve sarıp-sarmalayıcı biçimde yayılması imkân dâhilinde görünüyor. Ladin’i öldürerek “hal’ettiniz”! Bakalım “Ladinizm”i nasıl halledeceksiniz?!