Geçen hafta Başbakan’ın laiklik söylemine ilişkin bir değerlendirme yapmış ve onun ileri sürdüğünün aksine, laikliğin önce kişiye özel olduğunu sonra devletle alakalı hale geldiğini vurgulamıştım. Başbakan, Amerika ziyaretinde yabancı medyaya verdiği röportajda bu konuya ilişkin görüş ve yaklaşımını yineledi. Bu arada laikliğin en uygun icrasına örnek olarak da Amerika’yı işaret etti. Tabii söyleşi Türkçe-İngilizce karşılıklı çeviri tarzında sürdüğü için havada ‘sekülerizm’ sözcüğü de uçuştu durdu. Bu nokta önemli, çünkü ‘Anglofon’ dünyada laikliğin eşanlamlısı sayılan sekülerizm sözcüğünün Fransız laikliğinden farklı bir pratiğe karşılık geldiğine hep dikkat çekilmiştir. Türkiye’de Kemalist bürokrasi ve entelijansiyanın ‘laisist’ pozisyonu karşısında dindar-muhafazakâr kalem erbabı da ‘Frenkmeşrep’ laiklik yerine İngiliz-Amerikan usulü bir sekülerizme yönelmekten dem vurur sık sık. Bunu yapanlar hayli üstünkörü bir bakışla laikliğin katı ve baskıcı, sekülerizmin ise esnek ve özgürlükçü bir pratik olduğunu öne sürerler. Lâkin durum bu kadar basit değildir. Birbiri yerine kullanılmalarına imkân veren bir anlam ve eylem alanını paylaşan bu iki sözcük, esasen hangi düzlemlerde işlerliğe sokuldukları tespit edilmezse kolay kolay tefrik de edilemezler. ‘Fark’ı fark etme’ yolunda, önceki yazımızda olduğu gibi yine bir parça ‘sözcük arkeolojisi’ yaparak işe başlamak uygun olur. ‘Laik’ sözcüğünün ‘klerik’, yani ruhbanın karşıtı olup aslen ‘din bilgini olmayan (ama dindar olabilen) insan’ı tanımladığını belirtmiştik. ‘Seküler’de ise vurgu, insana değil hayatadır. Sözcüğün türediği kök olan ‘saeculum’, Latince ‘sacrum’, yani ‘kutsal’ın karşıtı olup ‘dünya’yı, ‘dünyevi olan’ı işaret eder. Buradan hareketle denilebilir ki ‘kutsal’ın dışında, onun tahakküm ve hâkimiyetinden azade bir dünya halidir sekülerlik… Modern zamanlar, ticari kapitalizm ve kentlerin canlanması, Orta Çağ Avrupa’sında siyasete olduğu kadar gündelik hayat akışına da hâkim olan dinî aristokrasinin iktidarını önce sarstı, giderek de yok etti. İlâhi olanın iradesine tâbi, kutsiyetle bezeli bir âlem (Christendom), ticari olanın iradesine tâbi ‘seküler’ bir âleme dönüştü. ‘Seküler’in ayak seslerini, hiçbir şey Max Weber’in o meşhur ‘dünyanın büyüsünün bozulması’ (disenchantment of the world) sözünden daha çarpıcı aksettiremez. Dinin, daha doğrusu ‘Katolisizm’in dünyayı ve insanı sarıp sarmalayan büyüleyici perdesini yırtan Kapitalizm, kutsaldan arınık ‘seküler’ bir gündelik hayata imkân yarattı. O halde sekülerleşme esas itibarıyla gündelik hayat akışında (ticarette, zanaatte, alışverişte, eğitimde, evlilikte, seyahatte) insanları baskılayan, sınırlayan, denetleyen kutsallık halesinin ortadan kaldırılması demek. Bu tabii ki insanların dinden uzaklaşması demek değil. İbadet devam etmekte ama ibadet dışı hayat, ‘Mabud’un bağlayıcılığından çıkıyor; daha doğrusu ‘Mabud’u temsilen o hayata hâkim zümrenin etkisinden kurtuluyor. Demek ki ‘sekülerlik’te vurgu sokağa, yani toplumsal-kültürel alana… Laiklikte ise devlete, yani siyasal-hukuksal alana… Başka deyişle, devletin ‘kutsal’ın etkisinden sıyrılması laiklik, toplumun aynı etkiden sıyrılması da sekülerliktir denebilir. Görüldüğü gibi bu iki pratiğin birbiriyle uyarlı, birbirini tamamlayıcı, birbirinden beslenen yanları var. Ama ‘toplumsal’dan ‘siyasal’a vurgu farkının da mutlaka bir anlamı var. Peki, neden İngiliz deneyimi topluma odaklı bir sekülerleşmeden yol tutmuşken Fransız deneyimi devlete (siyasal alana) duyarlı bir laiklik prensibi üzerinden hareket etti? Çünkü İngiltere’de burjuvazi Fransa’dakinden farklı olarak aristokrasiyi çatışmadan ziyade uzlaşmayla ve daha aheste şekilde, zamana yayarak teslim aldı. Esasen bu nedenle İngiltere bugün ‘anayasal monarşi’ye dayalı ‘meşrutî’ bir ulus-devlettir (‘Britanya Birleşik Krallığı’). Ne saray, ne ruhban ne de lordluk, Fransa’da olduğu ölçüde kelleler uçurularak tasfiye edildi orada. Hatta onlara sembolik (ve etkisiz) bir varoluş imkânı dahi bahşedildi. Malûm, bir ‘Lordlar Kamarası’ da var parlamentoda ama güç, ‘ayak takımı’ndan (yani ‘laik’lerden) oluşan ‘Avam Kamarası’nda… Bu ‘burjuva’ yapı, devletin dinden azade ve uzaklığını hukuksal olarak ‘berkitmeye’ pek ihtiyaç duymadı. Yani Fransa’da olduğu gibi ruhbanın ve monarkın ite-kaka iktidardan edilip sonuçta da ‘cumhurî’ ulus-devletin siyaseten ve hukuken laiklikle sigortalandığına benzer bir düzenlemeye gidilmedi. Özetle, bir ‘meşrutî’ ulus-devlet olan İngiltere’de sekülerizm kavramının işlerliğinde hayatın içinde toplumun kiliseyle ilişkisi yeniden ve ‘bu-dünyalılık’ (İslâmî deyişle, ‘mâsivâ’) öne çıkartılarak düzenlendi. İktidarsız bir kral ya da kraliçenin varlığı, hatta onun Anglikan Kilisesi’nin (idarî anlamda) başı olması da ne politik ne de ekonomik açıdan kaygı verici oldu. Tıpkı bu ‘Anglo-Sakson’ deneyimini transfer edip bir federal ulus-devlet formunda hayata geçiren ABD’de de doların üzerinde ‘Tanrı’ya tevekkül ederiz’ (In God We Trust) yazmasında bir mahzur bulunmadığı gibi... Anlatılanları Türkiye tablosuna monte edelim! Burjuvazisi nâmevcut bir ulus-devlet kurmuş Cumhuriyet bürokrasisi, karşısında “N’oluyoruz?!” diye rahatsızlanan dindar-muhafazakâr bir siyasî ‘klik’ ve bir de kitle bulduğu için, başlangıçta ister istemez hukukî planda laikliğe ‘sardırdı’. Şimdi taşlar yerli yerine oturuyor. Hem bürokrasi marifetiyle yaratılmış modern ve ‘monden’ bir burjuvazimiz var, hem de hacca gitmek kadar ‘hazza gitme’nin de şart olduğunu idrak etmiş bir dindar burjuvazimiz var. Bu süreçte laisizm aşındı ve aşıldı. Ama öte yandan anti-kapitalist ve anti-modern radikal İslâmcılık da aşıldı. ‘Mâsivâ’ya tamah eden ‘girişimci’ Müslümanlığın cari olduğu toplumsal zeminde laisist takıntıya da fazla gerek yok aslında. Dünyayı, ‘kutsal’ın nizamını hiçe sayıp onu kalbe gömerek hazla yaşayan Türkiye müslümanları, mevcut statükoyla uzlaşma yolunda Frenkmeşrep laiklik/laisizm yerine Anglo-Sakson sekülerizmi talep ediyor. Çok görülmesin!..