"Biz Mehdi Aleyhisselâm'ı bekliyoruz, bizi 'ötekiler'den ayıran budur" demişti, içerisinde yer aldığı İslami çevrenin diğerlerinden farkını kendince netleştirmeye çalışan bir mürit… Yaklaşık 30 yıl önce, 1990'ların başında, Londra'da, doktora araştırmamı sürdürdüğüm Şeyh Nazım Kıbrısî'nin Nakşibendi çevresindeki bir sohbette.
Bu elbette "kendince" bir netleştirmeydi, çünkü Mehdi beklentisi ne an itibarıyla sadece bu İslami çevreye mahsus bir "söylemsel pratik"ti ne de öncesiz ve sonrasızdı. Yani benim böyle bir iddiayı gözlemlediğim o yıllardan çok önce de tarihin derinliklerine gidildiğinde bol bol karşımıza çıkan, özellikle halk kitleleri arasında hayli rağbet gören bir anlatı idi bu. Elbette 2015 yılında vefat etmiş Şeyh Nâzım'dan sonra da pek çok yerde hâlâ karşımıza çıkmaya devam ediyor ve en son örneği de AKP'li Cumhurbaşkanı'nın "askeri başdanışmanı" olan, eski özel harpçi, SADAT (Uluslararası Savunma Danışmanlığı) kurucusu Adnan Tanrıverdi'nin ağzından dökülen şu lakırdılar:
"İslam birliği olacak mı olacak. Nasıl olacak? Mehdi Hazretleri geldiği zaman. Peki Mehdi ne zaman gelecek? Allah bilir. Peki bizim bir işimiz yok mu, ortamı hazırlamamız gerekmez mi?.. İşte ASSAM bunu yapıyor."
Peki ASSAM ne ve bu sözler nerede sarf edilmiş?
ASSAM, "Adaleti Savunanlar Stratejik Araştırmalar Merkezi". Bu Merkez, Üsküdar Üniversitesi ile iş birliği içinde "3. Uluslararası İslam Birliği Kongresi" düzenlemiş.
Üsküdar Üniversitesi malûm, kanserle kendince masum ve çocuksu mücadelesini kaybedip aramızdan ayrılan Neslican Tay'a, "ölüm bilincine sahip olsaydın, dinlerin hayata anlam katma ve teselli gücünden faydalansaydın ve 'seküler dünyanın dünyevileşme rüzgârı'na kapılmasaydın bunlar olmazdı" diyen Nevzat Tarhan'ın rektör olduğu üniversite.
Tam bir tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş tablosu yani!..
Bu "tablo"yu bize sunan Kongre'nin teması da Cumhurbaşkanlığı askeri başdanışmanının aslî meşgalesi ile gayet uyarlı mahiyette "ASRİKA Ortak Savunma Sanayi Üretimi". İşte tüm İslam memleketlerine "Küffar"a karşı ortak savunma stratejisi, programı ve pratiği belirlemeye soyunmuş bir inisiyatif olarak karşımızdaki bu etkinliğin baş mimarı Tanrıverdi, yukarıdaki sözleriyle inisiyatifin hareket noktasını netleştirmiş: İslam birliğini sağlayacak Mehdi Aleyhisselâm'a ortam hazırlamak!..
Hadi o zaman biz de yukarıda bahsettiğimiz 30 yıl önceki alan araştırmamızda hem birinci ağızlardan öğrendiklerimiz hem de okuyup derlediklerimiz doğrultusunda bu "askeri savunma stratejisi"ne katkıda bulunalım:
"Mehdi, Mekke yakınlarında Vadi el-Fatıma denilen yerde dünyaya geldi. Yedi günlükken Hızır Aleyhisselâm tarafından ismi konmak üzere Büyükşeyh Dağıstanî hazretlerinin [Şeyh Nâzım'ın şeyhi] huzuruna, İstanbul'daki Yeraltı Camii'ne getirildi. Şeyh Dağıstanî tarafından kulağına ezan okundu. Sonra Peygamberimiz tarafından kendisine Muhammed el-Mehdi adı verildi. Orada bulunan tüm evliya, 'Sahib üz-Zaman' [Zamanın Sahibi] Mehdi'ye biat etti. Sonra O, Mekke'de annesinin yanına götürüldü. 18 yaşında Hz. Ali soyundan bir kadınla evlendi, ondan iki oğlan bir kız çocuğu oldu. 22-23 yaşlarında Necid ile Yemen arasındaki Rub el-Hali denilen, seyyar kum denizlerinden oluşan çöllük bölgeye götürüldü. Şu anda orada ve melekler tarafından inşa edilmiş Kubbe't üs-Suhada'da [Mutluluk Mağarası] yaşamakta. 2000 yılı gelmeden ve bütün zamanların en büyük savaşının ortasında zuhur edecek. Bu savaş, Rusya ile Türkiye arasında ortaya çıkan bir ihtilafa bağlı olarak ve Rusya'nın Türkiye'yi işgali ile başlayacak. Dünyadaki savaşların sonuncusu ve en korkuncu olan bu savaş üç ay sürecek. Bu savaşta her yedi kişiden altısı öldürülecek. Mehdi'den başka hiç kimse bu savaşı durduramayacak. Mehdi, Medine'de ortaya çıkacak ve 'Lâ havle ve lâ kuvve illa billah'il aleyhilazim' diyerek derhal Şam'da belirecek. Üç kez tekbir getirince inananlardan her kim bu tekbiri duyarsa kendini Şam'da bulacak. Sonra üç tekbir daha getirerek savaşı durduracak. Ardından Mehdi, 7 adımda Şam-Humus-Trablus-Halep-Konya-Bursa yolu ile İstanbul'a vararak Mukaddes Emanetler arasındaki Peygamber'in cübbesi, kılıcı ve sancağını alacak, Deccal'in İran-Horasan'da ortaya çıkmakta olduğunu ilan edecek. Deccal'in şerrinden sakınmak isteyenlere Şam'a, Mekke'ye, Medine'ye gitmelerini, ama sakın ola Kudüs'e gitmemelerini, çünkü orada Yahudilerin Deccal'i beklemekte olduklarını söyleyecek. Müteakiben, maiyetindekilerle birlikte İstanbul'dan Şam'a dönerek gerçek cihadı başlatacak" (aktarılanlar ve daha fazla ayrıntı için bkz., Tayfun Atay, Batı'da Bir Nakşî Cemaati: Şeyh Nâzım Kıbrısî Örneği, İletişim, 1996; 2. Baskı, Berfin, 2011).
Burada bir nefes alalım ve şu notu düşelim: Demek ki bugün ASSAM ve Üsküdar Üniversitesi iş birliğinde düzenlenen "ASRİKA Ortak Savunma Sanayi Üretimi" başlıklı kongrenin esbabı mucibi, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Tanrıverdi'nin sözlerinden de berraklık kazandığı üzere, Mehdi'nin önderliğinde böylesi bir gerçek cihada hazırlık!..
Devam edelim! Nerede kalmıştık, Deccal'de kalmıştık. Deccal mühim, çünkü nasıl ki "eşya zıddıyla kaim" ise, her şey varlığını-anlamını karşıtından, kendisine göre "öteki" olandan hareketle kazanırsa bu, Mehdi için de geçerli ve Deccal'siz Mehdi olmaz.
Öyleyse, Türkiye Cumhurbaşkanlığı askeri başdanışmanlığı merkezli savunma stratejisine katkıya devam:
"Deccal, Horasan'dan çıkacak (bu, Aziz Epharem'in Apocalypse'inde bildirilmiş olup bir hadiste de yer almakta ama Deccal'in Şam'dan, Bağdat'tan ya da Şam-Bağdat arası bir köyden zuhur edeceğine dair iddialar da var). Çıkar çıkmaz 70 bin Yahudi ile birlikte dosdoğru İsrail'e gidecek. İsrail bugün onu beklemekte. Filistin topraklarında kurulmuş olma sebebi de bu. Yahudilerin Meclis'inde bir taht var, kimsenin oturmasına izin vermezler. O taht, Deccal için. İsrail'e gelince o tahta oturacak ve 'Ben bu dünyanın hükümdarıyım, sizin tanrınızım, bana secde edin' diyecek. Yahudiler onu Ahir Zaman'da gelecek peygamber (Mesih) diye beklemekte. Oysa bekledikleri, bizim Peygamber'imizdi, fakat O'nu reddettiler, şimdi Deccal'i bekliyorlar. Deccal, Kudüs'ten tüm dünyaya küfrü yaymak üzere 40 günlük seyahate başlayacak. Bu tamamlandıktan sonra İsa Peygamber cennetten inecek, Deccal'i öldürecek ve Şam'da Mehdi ile buluşacak. Mehdi dünyada 7 yıl hüküm sürecek. Sonra Mehdi ölecek ve İsa dünyada 40 yıl hüküm sürecek. Bu 40 yıl içinde dünyada kötü ve şeytani olan her şey temizlenecek, dünya cennet gibi olacak. İsa 40 yıl hüküm sürdükten sonra kötüler-şeytanîler dünya üzerinde azar azar yeniden ortaya çıkacak ve on yıl içerisinde çoğalacaklar. Bu on yıl da tamam olduktan sonra İsa da ölecek ve Peygamber'in Medine'deki mezarının arkasına gömülecek. Ardından tüm inananların huzur içinde ölmesi için vakit tamam olacak ve dünya üzerinde sadece kötüler ve kâfirler kalacak, tâ ki Hesap Günü onların üzerine düşene kadar… Sonra onlar da ölecek" (aktarılanlar ve ayrıntılar için, yine "Nakşi Cemaati" kitabım).
İslam dünyasında benim yukarıda ve "1990'lara özel" olarak özetlediğim "eskatoloji" ("âhirbilgi") anlatısının üç aşağı benzer-beş yukarı farklı sürümleri, halk kitlelerine, tabiri caizse "avam"a yönelik mahiyette dünden bugüne hep üretildi, yarın da üretilmeye devam edilecek. (Elbette bir dönemde beklentiyi işaret eden, "Rusya Türkiye'ye saldıracak, büyük savaş çıkacak" gibi kehanetler fos çıksa da yerleri çok geçmeden yenileri tarafından derhal doldurulmuştur.)
Ancak bugün karşımızdaki "hadise" şu ki artık kitlenin içinde değil, devletin en tepe noktasında ve memleketi yönetirken, ülkenin savunma ve güvenlik stratejisine-uygulamasına yön verirken böylesi bir anlatıdan hareket ediliyor.
Cumhurbaşkanı'nın sosyolojiyle hiç mi hiç işi olmadığını biliyoruz, ama onun teoloji (ilahiyat) ile iştigali noktasında (her ne kadar bu bakımdan da tartışmalar ve ihtilaflı görüşler olsa da) biz iyimserdik.
Ancak bugün görüyor ve anlıyoruz ki Cumhurbaşkanı teolojiyi de bırakmış, hayata, dünyaya, insana ve geleceğe dair sadece ve sadece "eskatoloji"yi* esas alır olmuş.
Bunun anlamı şu: Türkiye Cumhuriyeti'nde ülke yönetimine ve hepimizin geleceğine dair nelerin yapılıp edilmesi gerektiği konusunda plân-programlamanın merkezinde bir "kıyamet beklentisi" yer almakta ve motive edici olmakta.
Başka izahı varsa söyleyin! Baksanıza ne diyor Savunma Başdanışmanı:
Mehdi gelecek, biz hazırlıklı olmalıyız!..
İslam tarihi, yüzyıllara yayılır mahiyette Mehdi beklentileri ve Mehdici hareketlerle dolup taşar. Kendini Mehdi ilan edenlerin de takipçileri tarafından Mehdi ilan edilenlerin de isimlerini sıralamaya kalksak satırları yetiremeyiz.
Mehdi İslam'da bin küsur yıldır beklenmekte ve bir türlü gelmiyor.
Samuel Beckett'in ruhaniyetine selâm olsun; Godot gelir, Mehdi gelmez, o kadar yani!..
Aslında Mehdi'nin geleceğine inanç Şiî İslam'da itikadın merkezi bir ögesidir ama Sünni İslam'da öyle değildir.
Ehl-i Sünnet ulemanın büyük çoğunluğu Mehdi söylemine kuşkuyla yaklaşır, çünkü konu ne Kuran'da ne de sahih (güvenilir) hadislerde geçer. Mehdi ve "Mehdi'nin zuhuratı" hususu, sadece güvenilirliği tartışmalı hadislerde karşımızdadır.
Sünni İslam'da, yukarıda da işaret etmeye çalıştığımız üzere bu husus, mektep-medrese görmüş din uleması ve yönetici erbabdan ziyade dinî bilgisi sınırlı ve şifahî halk kitleleri arasında ve de tarikat İslam'ı bünyesinde yer bulmuştur.
Amma ve lakin bugün şu "Ahir Zaman"da görüyoruz ki Türkiye Cumhuriyeti devletinin tepe noktasında da ülkenin istikbali Mehdi'nin zuhuratına endekslenmiş gidiyor.
Ve ben merak ediyorum, Cumhurbaşkanı'nın savunma başdanışmanının bu sözlerine (Mehmet Metiner'i geçin) din uleması ne diyor? Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, eski başkanlar Mehmet Görmez, Ali Bardakoğlu, televizyonlarımızın göz bebeği vaizi Nihat Hatipoğlu hocamız ve dindar-muhafazakâr kalem erbabı ve de hâlâ İslamcılıkta ısrarlı şahsiyetler ne diyor?..
Elbette bana bu noktada, "Yahu amma da abarttın, baksana koskoca ABD'de Trump'ın çevresinde örülü Evanjelik ağ da onunla nasıl kedinin fareyle oynadığı gibi oynayıp ABD siyasetini Mesih'e endeksli kılmışken, sen burada Mehdi'ye endekslenmeye laf ediyorsun" diyenler olabilir.
Eh, o vakit söyleyecek sözümüz kalmaz. Şu "Ahir Zaman"da hayat "post-truth" (hakikat-ötesi) akarken siyaset de demek ki eskatoloji ya da "milenaryanizm" temelinde sürüyor zahir der geçeriz!..
Mehdi söylemi, İslam'da milenaryanizmin karşılığı ve örneği.
Pek çok din-inanç sisteminde tespit edilen milenaryanizm, dünyanın sonuna yakın zamanlarda yeryüzünde büyük dönüşümlere yol açarak, özellikle ezilenlerin, çaresizlerin, yoksulların sefaletine son verip, insanlara huzur ve selâmet getirecek olayların olacağı, kurtarıcıların geleceği beklentisidir.
Amerika Yerlilerinden Okyanusya Yerlilerine kadar açılan yelpazede irili-ufaklı milenaryanizmler geçmişten bugüne hep karşımızdadır.
Yahudi-Hristiyan inanç geleneğinde bu beklentinin odağında "Mesih" yer alır. Hatta Hristiyanlık, başlı başına, tepeden tırnağa milenaryan bir dindir. İsa, yoksul bir Yahudi olarak "devrimci" bir çıkış yaparken Mesih beklentisine dayanmış ve Romalılar onu yakaladıklarında, "Sen, İsrailoğulları'nın beklediği Mesih misin" diye sorgulamışlardır. "Hristos", Yunanca Mesih demek ve bu doğrultuda Hristiyanlık da "Mesihçilik", yani milenaryanizm demektir.
Bunun İslam'daki karşılığı Mehdi ve bu anlayışın Yahudi-Hristiyan geleneğinden etkileşimle, yani antropolojik tabirle "senkretik" ("bağdaştırma") olarak İslam'a geçmiş olması da büyük ihtimal.
İşin en ilginç ve birazcık da eğlenceli yanı, herkesin kendi milenaryan karakterini "kurtarıcı" görürken, ötekilerinkini "yalancı-mesih" yahut işte "Deccal" ilan etmesidir ki bunu yukarıda Şeyh Nazım çevresi örneğinde aktardık. Tabii diğer taraftan Hristiyan yahut Yahudi taassubunun da İslam Peygamberi'ni kendi "Kurtarıcı"ları gelmeden önce belirmiş "Yalancı-Mesih" (Anti-Christ) olarak karakterize etmesine tarihsel süreçte sıklıkla rastlanmıştır.
"Mesih ve Yalancı- Mesih", Ilya Glazunov
Peki, bu "milenaryan" beklentilerin özünde ne var?
Bunun özünde, Orhon Murat Arıburnu'nun "Umut, fakirin ekmeği // Ye Memet ye" dizelerinde karşılığını bulan bir motif ya da motivasyon var. Milenaryan motifler, "Umut Sosyolojisi" yazarı Henri Desroche'nin tabiriyle, "umutsuzların umudu"dur (H. Desroche, The Sociology of Hope, Routledge, 1979).
Tarihsel süreçteki belirimler, hemen her zaman bu yönde bir toplumsal örüntüyle bağlantılı oluyor. Özellikle hızlı, yakıcı, sarsıcı değişme ve geçiş dönemlerinde, alt sosyoekonomik tabakalardan gelen, düşük statülü olan, geleceklerini karanlıkta gören insanların dünyasında böylesi milenaryan beklentiler, bazı bağlamlarda sabır-tahammül bulmak için, diğer taraftan isyan ve mücadeleye teşvik için kendisini göstermiş hep.
Mesela Engels'in Köylüler Savaşı kitabında anlattığı Protestan vaiz Thomas Münzer'in isyanında da, yaşadığımız toprakların tarihinde de Babaîler İsyanı'ndan Şeyh Bedreddin İsyanı'na kadar böylesi milenaryan motifli, hâkim düzene karşı toplumsal-isyan hareketleri ayırt edilebilirdir. Yukarıda belirttik, Roma İmparatorluğu ile iş birliği içindeki Yahudi Krallığı'na karşı İsa'nın isyanı da böylesi milenaryan ("Mesiyanik") mahiyetli bir yoksulluk patlaması idi.
Ama şimdi belki de tarihte ilk defa bir başka türden, alışılmadık bir "milenaryanizm" ile karşı karşıyayız!
İlk defa İslam dünyasında ve bu coğrafyadan olarak, iktidar sahipleri/egemenler, belli ki içerisine düştükleri derin ve korkunç gelecekten ümitsizlikle, bir milenaryan formüle, Mehdiciliğe, "güvenlik konsepti" olarak savrulmuş görülüyorlar.
Hayra mı alâmet?.. Kimlere selâmet, kimlere kıyamet?..
Sanırım 2020, bu soruların cevaplarına da gebe bir içerikle bizleri bekliyor.
Her halükarda mutlu seneler!..
*Eskatoloji (eschatology), dünyanın ve dünya üzerindeki yaşamın sonunun nasıl olacağına, bunları takip eden ahiret yaşamına ve insanı nasıl bir akıbetin beklediğine dair görüş, kavram ve anlatılardan oluşan dinî öğreti.