Bir gazetenin (Vatan, 15 Kasım 2009) çeyrek sayfasına sığışmış yan yana dört küçük haber, “Ahir Zaman Türkiyesi”nde kadının ve kadınlığın halipürmelaline dair iç kıyıcı bir tablo sunuyor.
Haberlerden biri şöyle: 6,5 ay önce soğuk algınlığı nedeniyle gittiği İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde çarşaflı olduğu için tedavisi yapılmadığı iddia edilen Aynur Tezcan yakınlarda yaşamını yitirmiş.
Bununla etkileşimsel mahiyetteki ikinci haber de şu: Küçükçekmece’de 8 yıl önce işlenen töre cinayeti, vicdan azabı çeken ağabeyin ihbarı üzerine ortaya çıktı. Ağabey, 17 yaşındaki kız kardeşini, bir sevgilisi olduğu ve açık kıyafetler giydiği gerekçesiyle ailecek alınan karar gereği telle boğarak öldürdüklerini itiraf etmiş.
Öyle bir memleket ki aynı şehirde açık kıyafet giysen de çarşafa girsen de ölüyor, öldürülüyorsun!
Kadının açılması ve kapanması üzerine iki ayrı uçtan gelen, çeyrek sayfanın da iki ucuna sütunlanmış bu “gelenek”le ilintili haberlerin ortasına “modern” bir mahfilden alınıp yerleştirilmiş olan kadınlık manzarası, üçüncü haberi oluşturuyor: Koç Üniversitesi’nde Bahar Şenliği kapsamında düzenlenen “Teoman Konseri” öncesinde “yer kavgası”na tutuşan iki kız öğrenci adliyelik olmuş. Tribündeki yerleri paylaşamayan iki kızdan biri, ötekini yumruklayınca iş mahkemede bitmiş ve dava halen devam ediyor.
Hastanede, kampüste, sokakta bunlar oluyor korkusuyla eve kapanıp internete mi sığınmak istediniz? Hiç şansınız yok! Sokak ortasının riski neyse, sanal ortamın riski de o. Gelenekten çıkan, ama modernlikten de öte postmodernlikle irtibatlanan son haber, kimbilir belki bu mahiyetinden ötürü üç haberin de tepesine oturtulmuş: Sakarya’nın Geyve ilçesine bağlı Doğançay köyünde oturan 15 yaşında bir kız, bakkala gitmek üzere evden çıkıp bir daha geri dönmemiş. Babası, kızının internetten tanıştığı ve sahte isimle Facebook’a giren bir kişi tarafından kaçırıldığını söylüyor.
Aktarılan haberler, bu coğrafyanın, özellikle son zamanlarda tekno-ekonomik marifetle ivmelenen kültürel değişiminin nasıl bir sosyo-patolojiye yol açtığını “Kadınlarımız” üzerinden gözler önüne seriyor.
Bir taraftan mutaassıp geleneğin hükmünü üzerinde icra ettiği “kara çarşaflı” kadının, “medeniyet” için onu bir anomali sayan “laik” hastane personelinin hayati ihmaline maruz kalması...
Öte yandan Cumhuriyet modernleşmesinin telkin ettiği şekilde tesettüre sırt çevirmiş, modern yaşam tarzına meyilli kızın, kendisini “namus lekesi” sayan muhafazakar ailesi tarafından katli...
Sonra ülkenin en prestijli özel üniversitelerinden birinde eğitim görme şansı yakalamış iki “modern” kadının, birbirleriyle ataerkilliğin kaba-geleneksel diliyle iletişim kurmayı tercih etmeleri...
Nihayet, “İnternet Türkiyesi”nin erişim ağına takılan bir köylü kızının bakkala giderken bir “sibermen” tarafından kaçırılması... (Yakında bir www.kizkacirma.com sitesi açılırsa şaşmamak lazım!)
Bu haberleri okuyan, içeriklerindeki kimi ögelere (köyde internet, facebook; şehirde üniversiteli kadınlar) bakıp Türkiye ne kadar değişmiş de diyebilir...
Ama yine haberlerde yer alan diğer unsurlardan hareketle (töre, namus, çarşaf, kız kaçırma) Türkiye hiç değişmemiş de diyebilir.
Toplum, aynen bir zaman makinesine sokulmuşçasına bugünü geçmişte veya geçmişi bugünde (ve gelecekte) yaşama durumunda kalmış gibi görünüyor.
Peki, önümüze serilen kadınlık görüntülerinden oluşan bu Türkiye tablosunu nasıl tanımlamalı? “Postmodern feodalite”ye ne dersiniz mesela? Ya da “dijital köylülük”?..
Benim tercihim, bir akademik snobluk izlenimi bırakmayı da göze alarak, buna “elektronik neolitik” demekten yana.
Türkçe’ye “Cilalı Taş Devri” olarak çevrilen Neolitik, aslında insanlık tarihinde tarımın ortaya çıkmasını sağlayan devrimi ve bunun sonucu olan toprağa dayalı, çiftçi-hayvancı köylülüğün hayata hakim olduğu dönemi tanımlar. Bu dönem, günümüzden 10 bin yıl önce başladı ve 18’inci yüzyıl ortasındaki Endüstri Devrimi’ne kadar sürdü. Malûm, endüstriye dayalı yeni hayat, tarımcı köylülüğü ekonomik anlamda minimalize etmiş, kültürel anlamda ise tasfiye etmiştir. 20’nci yüzyılın ortasından itibaren de endüstriyel yaşam daha radikal bir evreye, elektronik devrimi aşamasına geçti. Çağımız, elektronik çağı. Elektron taneciklerinden saçılan “nimet”ler her yanımızı kaplamış durumda.
Türkiye, Cumhuriyet’in başında hâlâ “Neolitik”teydi. Bir kaç on yılda Neolitik’ten Endüstri’ye, oradan elektroniğe uzanmayı ya da koşmayı bırakın, sıçramaya kalkıştı. Ama olmadı. Ne geleneksel köylülük tam bitti; ne de modern, endüstriyel kentlilik tam hayata geçti. Aşınmış, bozulmuş deformasyona uğramış, ama tükenmemiş bir geleneksellikle, özümsenememiş, kökleşememiş ve güdük bir modernlik arasında, bir de postmodern-elektronik küresellik aşamasını tecrübe etmeye çalışıyoruz.
Geleneği de modernliği de postmodernliği de böylesine iç-içe, koyun-koyuna, kucak-kucağa yaşayan garip yurdumun kadınlık panoraması da yukarıda anlatıldığı gibi işte. “Elektronik neolitik”te kadın olmak, böyle bir şey...