Şule Yüksel Şenler bu coğrafyada en genel anlamda İslami kimliğin, daha dar ama merkezi anlamda da "Müslüman-kadın" kimliğinin modernizasyonunda ön alıcı, çığır açıcı olmuş bir isimdir.
Sosyolog Nilüfer Göle'nin ilk yayımlandığında aynı ölçüde çığır açıcı olmuş Modern Mahrem (1991) başlıklı çalışmasında tartışmaya açtığı konunun somut-sembolik bir karşılığı Şenler'in pratiğinde izlenebilir dense yeridir.
Göle, Türkiye'de dindar-muhafazakâr "çevre"nin, 1950'li-60'lı yıllardan itibaren şehirlere doğru önü açılan bir hareketlilik eşliğinde seküler "merkez"in modernleşme parametreleriyle buluşmasında başörtüsünün işlevini vurgulayan bir tez ortaya atar.
Önerdiği, özetle, modern Türkiye'de dindar-muhafazakâr kadının geleneksel ev-içi yaşamla kısıtlanmaktan kurtulup "kamusal varoluş" kazanmasında başörtüsünün bir "köprü", "arabulucu", yahut "yumuşak geçiş" işlevi yüklendiğidir.
Laik hassasiyetin yüksek olduğu pek çok mecrada aksi yönde beliren, "Başörtüsü, eşittir, gelenek ve taassup (anti-modernizm)" anlayışının tam aksi istikamette bir savdır bu. Geleneksel ataerkil Müslümanlığın kadını "ev"le sınırlama takıntısının kırılmasında ve bu ataerkilliğin tepkisini nötralize etmede başörtüsünün bir "garanti" rolü oynadığını ileri sürmektedir.
"Müslüman kadın" artık kamusal alanda (okulda, üniversitede, sokakta, işlikte) yani "aleniyet"te ama başındaki örtüyle de mahremiyeti sürdürür halde demektedir.
"Modern mahrem" budur. Ve Müslüman kadının "modernlik"le teşrik-i mesaisini anlamada başörtüsü hem mahremiyetin devamı hem de (aslına bakılırsa) mahremiyetin sonudur.
***
Göle'nin tezi çok tartışılmıştır. Gönülden benimseyenleri de vardır, ateşli reddiyecileri de… Bu, bugün de kimileri için hâlâ sonuçlandırılmış bir tartışma değildir.
Bununla birlikte, tartışmanın neresinde yer alırsanız alın, "modern mahrem" kavramlaştırmasına bir pratik karşılık arayışındaysanız, Şule Yüksel Şenler bir başlangıç noktası olarak işaret edilebilir.
Üç gün önce vefat eden gazeteci-yazar Şule Yüksel Şenler 1938'de Kayseri'de doğdu. Doğumdaki ismi Yüksel Şenler'di ve o "Yüksel" isminin ağırlıklı eril çağrışımı nedeniyle kadınlık kimliğine sahip çıkarak isminin önüne "Şule"yi ekledi.
Küçük yaşta İstanbul'a göç ettikten sonra öğrenimini annesinin vefatı sebebiyle Orta 2'de bıraktığı, hayat hikâyesine ilişkin kaydedilenler arasında. Müteakiben "terzi çırağı" olarak çalıştığını da öğreniyoruz.
21 yaşında gazetecilik yapmaya, gazetelerde kadınlara yönelik sayfalar hazırlamaya başlayıp ardından köşe yazarlığına ilerleyen Şenler, 1965'te (abisi dolayımıyla) kendisine "hidayet nasip olup" tesettüre girince "dindışı" anlayış ve pratiklerden uzaklaştı. Bununla birlikte onca yıllık yaşam deneyimini de topyekûn hiçe saymayacak şekilde bu coğrafyada esasen "kır ve taşra" ile özdeş geleneksel örtünme pratiğinden farklı modern, şehirli ve "spektaküler" (göze hoş gelen) bir örtünme şeklinin hem yaratıcısı hem öncüsü oldu.
"Şulebaş" denilen, ama karşıtlarının da ilerleyen zaman içerisinde "sıkmabaş" diye küçümseyip aşağıladığı bu baş örtme biçimi, başlangıçta belirttiğimiz şekilde, artık büyük şehirlerde yaşayan eğitimli ve profesyonel çalışma yaşamına yönelme eğilimindeki "modern" Müslüman genç kadınların ayırt edici özelliği olur.
Bu kadınlar örtünmekte, ama annelerinin-anneannelerinin "geleneksel" tarzından farklı bir ("Şulebaş") örtünme ile boy göstermektedirler.
***
En çarpıcısı şudur ki bu tarz, Şenler marifetiyle, "modern dünya"nın göbeğinden bir "popüler" esinlenme sonucunda Amerikalı film yıldızı Audrey Hepburn'ün "Roma Tatili" filminde saçlarını örten şık fularlardan çıkış bulmuştur!..
Sözü bu "modern-mahrem"in yaratıcısı Şenler'e bırakalım:
"O dönemde modern bir ailede yetiştiğim için sinemaya da giderdim. Genç kızlığımda Audrey Hepburn'un filmlerini izledim. Hepburn, filmlerinde türban takardı. Hoşuma giderdi. Fakat, o yarım bağlama tekniğini kullanır, bağlama şekli saçlarını önde açıkta bırakırdı. Biz bunu boynu da kapatacak şekilde aldık. Saçı göstermeden yine boyun kapalı arkadan bağladık. Daha sonra buna 'sıkma baş' dendi. İşte günümüzdeki bağlama şekli böyle gelişti."
Şenler, bu "bağlama şekli"nin tam da kırdan kente göçün sonucu olarak ortaya çıkan şehirli, eğitimli, modern Müslüman-kadınlık haliyle, yani geleneği sürdürürken değiştiren "modern mahrem" ile bağını düşündürür mahiyette şunları da söyler:
"O arkadan bağlama usulü hiçbir yerde yok o zamanlar. Başka milletlerde de bizde de hiç olmayan bir şey. Rüzgârlı havada, eşarp örttüğünüz zaman uçuşabiliyor. Boynunuz, saçlarınız görünebiliyor, hepsini toparlamak ve daha modern bir hava vermek, o günün aşağılık kompleksine itilmiş Müslüman kızlarına ve hanımlarına bir örnek olarak ortaya çıkmıştı. (…) Ben bunu bir geçiş döneminde başörtüsünü sevdirmek için yaptım. Tesettürü sevdirerek, kabullendirmek için yaptım. Gerçi daha sonra, büyük örtüler bol pardösüler yaygınlaştı ve bu çok güzeldi."
Hidayete ermesi sonrası bir "yeniden-doğum" olarak tanımladığı Müslüman yaşantısının ilerleyen aşamalarında bu baş örtme biçiminden vazgeçip daha geleneksel denilebilecek örtünme biçimlerine, hatta "çarşaf"a yol tutmuştur Şule Yüksel Şenler… Üstelik başlangıçta kendi yarattığı ve giderek dünyada bile popülerleşmiş bu baş örtme biçiminden artık rahatsızlık duyduğunu dahi ifade ederek:
"Şulebaş deniyor. Fakat, bu adı biz koymadık. Şulebaş'ı medya koydu. Öyle bir şey ki, bu tarz hâlâ devam ediyor. Ben aşağı yukarı 40 yaşımdan sonra hep dua ettim, 'Allah'ım bir daha Şulebaşı getirme' diye..."
***
Ama olan olmuştu.
"Şulebaş", doğuş verse de sonradan onu reddeden "anne"sini adeta şok edercesine sollayıp giden bir "tekno-ekonomi-kültürel" dinamizm içinde bir "endüstri"nin kışkırtıcısı oldu.
Şehirli, eğitimli, profesyonel, modern ve tabii bunların hepsini temize çekercesine "kapitalist" Müslümanlığın geri dönülmez ve döndürülemez şekilde önünü açan bir anahtar simgeye dönüştü.
İffetli ama aynı zamanda cezbedici, mahrem ama artık modern olmaktan da öte "postmodern" ve kadını örttüğü ölçüde teşhir de eden bir "moda"ya evrildi.
"Tekbir Giyim"in de annesi "Şulebaş"tır, tesettür defilelerinin de…
Armine'nin annesi de "Şulebaş"tır, internette ürünleri yok satan Modanisa'nın, Modaselvim'in annesi de…
Hatta ve hatta artık giderek Roma, Paris, Londra, New York'taki moda haftalarının ayrılmaz parçası haline gelmekte olan tesettür giysi kreasyonlarının annesi de "Şulebaş"tır.
Merhume Şule Yüksel Şenler istese de istemese de.
***
Şenler'in İslamcı ideolojik (kısmen de politik) bir figür olarak Türkiye toplumunda oynadığı rol; ayrıca onun şu ara (Emine-Tayyip Erdoğan örneğine kadar) herkesin ağzındaki siyasi-izdivaç arabuluculuklarını bu yazının kapsamı dışında bırakıyorum.
Ancak kanımca onun sosyolojik önemdeki bir diğer çığır açıcı yönü üzerinde durmadan da yazının sonlandırılabileceğini düşünmüyorum.
Şenler sadece Türkiye'de modern Müslüman kadınlık haline yön tayin eden çok önemli simgesel katkısı ile seçkinleşmedi. Bunun yanı sıra o, bir yazar olarak bu ülkede dindar-muhafazakâr kültürel örüntü dışında kalan seküler-Batıcı kadınlara yönelik ideolojik motif ve motivasyonlu "hidayet" anlatılarından oluşan popüler-edebiyatın da önünü açmış bir figürdür.
Onun 1970 yılında yayımlanmış romanı Huzur Sokağı, bu bakımdan bir ilktir. Ve arkası öyle bir gelmiştir ki siyasal İslam'ın İran Devrimi'yle yükseldiği 1980'lerde de; "Refah Partili yıllar" denilebilecek 1990'larda da; ve elbette AKP'nin henüz örtük bir dinbazlıkla karşımızda olduğu 2000'lerde de "hidayet romanları" denilen tarzın bol miktarda örnekleri vardır önümüzde.
Tarz, öylesine kurumsallaşmıştır ki üzerine ciddi akademik araştırmalar karşımıza çıkar (bkz. Kenan Çayır, Türkiye'de İslamcılık ve İslami Edebiyat, 2008).
Fakat burada da talihin ve de tarihin bir cilvesi olarak Şenler'in nezdinde bir başka "sollayıp gitme" hadisesi ile karşı karşıya olduğumuz söylenebilir.
"Şulebaş" mevzubahis olduğunda nasıl ki simge, yaratıcısını ekarte edip "Müslüman-kapitalist matriks" içinde işlerlik kazandıysa, Huzur Sokağı da Şenler'in 1970'te kaleme aldığı bir hidayet romanı iken 2010'lar Türkiye'sinin aynı Müslüman-kapitalist matriksinde artık lüzumsuz bir "hidayet dizisi"ne dönüştürüldü.
***
Şule Yüksel Şenler'in öncüsü olduğu hidayet romanları, Batılılaşma karşısında İslami çözümler üzerinden kurgulanmaktaydı. Huzur Sokağı'ndan itibaren hemen tüm örneklerde İslami karakterler, Batıcı-laik-modern karakterlere karşı tezlerini savunur, kabul ettirirler.
Ve romanlar "mutlu son"la, yani "karşıt" karakterlerin hidayetiyle biter.
"İdealize Müslüman" ve "dejenere Batıcı" tiplerin mücadelesinde genellikle kadın tasvir edilen Batılılaşmış ama mutsuz karakterler, Müslüman erkek karaktere âşık olur ve Huzur Sokağı' nda olduğu gibi, İslam'ı kabul edip çevresine yayar hale gelir.
Bundan 7 yıl önce Şenler'in romanının dizi sürümü, AKP dinbazlığının bir politik-ideolojik projesi olarak ekranlardaydı. Ne var ki zaman, Şenler'in romanı kaleme aldığı 1970'ten çok farklı bir ruh halini İslam ve Müslümanlığı da içerir şekilde karşımıza çıkarmaktaydı.
1970'ler, Türkiye'de sosyalist vurgulu bir modernleşmenin kültürel-entelektüel hâkimiyeti altında İslamcılığın ancak çekingen ve kısık sesli bir tepkisellik sergileyebildiği yıllardır ve Huzur Sokağı tam da bu duruma denk düşer. Romanın ilk uyarlaması olarak, Türkân Şoray ve İzzet Günay'ın başrol oyunculuklarında bir "İslamcı sinema" klasiği haline gelmiş Yücel Çakmaklı'nın "Birleşen Yollar" filmi aynı iklimle uyarlı bir çıkıştır.
Ancak altını çizmek gerekir ki romanda esas muhatap alınıp karşı durulan, "kapitalist modernleşme"dir. Onda ve izleyen bir dizi romanda İslam'a karşı(t) kahramanların hidayetiyle gelen mutlu sonlar, aslında "İslamcı ütopya"yı modern-kapitalist dünyada gerçekleştirme yolunda motive ve mobilize olmuş bir siyasi-ideolojik hareket için moral/umut aşılarıdır.
Oysa hem Huzur Sokağı' nın dizi uyarlamasının yapıldığı 2012'de hem de bugün neredeyiz acaba?..
Söyleyelim:
Anti-kapitalist siyasal İslam'ın bir kenara bırakılıp "pro-kapitalist" bir dinbazlığın memleket sathına yayıldığı yerdeyiz.
Romanda zevkusefa içinde resmedilen Batıcı-laik kapitalistlerin yanına yine zevkusefa içinde "Müslüman kapitalistler"in eklendiği yerdeyiz.
Müslümanların ikametgahlarının "Huzur Sokağı" misali mütevazı mahalleler olmaktan çıkıp mesela Başakşehir'de İslami jargonla "gizli ikinci eş"lere (metreslere yani!) açılan "ikinci ev"ler (garsoniyerler) olmaya başladığı yerdeyiz!..
Bu postmodern, post-İslamist, kapitalist dinbazlık ortamında, Şenler'in kaleme aldığı dönemde, kendi ölçüleri içerisinde değerlendirmek kaydıyla bir ihtiyaca karşılık gelen Huzur Sokağı, 2010'ların dijital ve "abdestli-kapitalizm" ikliminde ekranlarda çok "naif" ve bir o kadar da lüzumsuz kaldı.
***
Özetle, Şenler'in modern-seküler aile altyapısından çıkıp Müslümanlığın hidayetine erdiği 1960'lı yılların çok uzağında bugün Müslümanlar, postmodern kapitalizmin hidayetine ermiş durumdalar.
Tabii bir yandan da kapitalizmi kendilerince hidayete erdirme derdindeler!..
Böyle bir dünyada Şule Yüksel Şenler'den geriye kalan "Şulebaş" modeli, yolculuğuna endüstriyel bir ihtişamla devam ederken Huzur Sokağı artık sadece bir "zevait"ten ibaret.
Şenler'in terk-i diyar ettiği, İslamcılık-ötesi ve kapitalist AKP dinbazlığıyla ayırt edilen şu zaman kesitinde tablo bu:
"Şulebaş" almış başını gitmiş, Huzur Sokağı ise tabelasını "Sefa Sokağı" olarak değiştirmiş durumda.
Merhumenin bıraktığı mirasa aşk olsun!..