Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iki gün önce Dünya İnsan Hakları Günü münasebetiyle düzenlenen törende Nobel’den söz açıldığında "Türkiye’den, kalkmışlardır, teröriste ödül vermişlerdir" şeklinde sarf ettiği sözlerle Orhan Pamuk’u işaret etmesini;
Hâlbuki 2006’da ödülü almış olduğunda Pamuk’u hiç vakit kaybetmeksizin ilk arayıp tebrik edenlerden olmasını;
Onun "Türkiye’den teröriste ödül vermişlerdir" sözünün ardından Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un "İfade sayın Orhan Pamuk’a yönelik değildir" şeklinde Twitter’dan "telafi" çabasını;
Nihayet dün bizzat kendisinin, Bosna-Hersek’teki soykırımın inkarcısı ve kasap Miloseviç hayranı Peter Handke’ye verilen Nobel ödülünü bir kez daha kınarken, "Bu, Orhan Pamuk’a verilmiş ödül değildir" diyerek önceki ifadesini "tashih" çabasını;
Bütün bunları nasıl açıklayacağız?
* * *
Açıklama yolunda başvurup işlerliğe sokabileceğimiz bir anahtar kavram belki "lapsus" olabilir.
Psikanalistik bağlamda "Freudyen sürçme" de denilen lapsus, bilinçdışındaki bir düşüncenin, isteğin, arzu, öfke, birikim veya takıntının bir vesile ile belagatte, tabiri caizse "fırt" diye ortaya çıkması demek.
Özellikle zihnimiz ve ruhumuz yorgun, bitkin, tükenmiş ya da toksiklenmiş olduğunda daha çok kendini gösteren bir "bilgi sızması"dır bu.
Bu çerçevede, "Türkiye’den bir teröriste ödül vermişlerdir" ifadesinin Cumhurbaşkanı’nın ruh ve zihin dünyasında an itibarıyla Orhan Pamuk’un yerine dair bir veri olmadığına ikna olmak zor. İletişim Başkanı ne kadar uğraşırsa uğraşsın, kendisi ne kadar düzeltme cihetine giderse gitsin, böyle.
* * *
Peki, 2006’da Orhan Pamuk Nobel’i aldığındaki "bilinçli" tebrik motivasyonu ile şimdiki bu muhtemel "bilinçdışı" terörist lapsusu arasındaki çelişik fark nasıl açıklanabilir?
Belki şöyle:
O yıllara geri döndüğümüzde Türkiye’de mevcut rejimi demokratikleşme yolunda "ileriye doğru" eleştiren, sorgulayan ve dönüştürmeye çalışan, köken itibarıyla sosyalist soldan muhafazakâr-milliyetçi sağa kadar bileşenleri bulunan bir liberal entelijansiya karşımıza çıkar. Orhan Pamuk da kendisi iradi olarak ne ölçüde parçasıdır o ayrı konu, ama bu entelektüel çerçeve içerisinde mevcut statükoya eleştirel yaklaşan bir isim olarak algılanmaktaydı.
Aynı dönemde bu liberal entelijansiya ile dirsek teması, etkileşim, hatta geçişlilik içinde ve dinbaz-totaliteryan motifleri henüz açığa çıkmamış, kendisini de "muhafazakâr-demokrat" olarak tanımlayan AKP ülke yönetimindeydi. Ve Türkiye’de alametifarikası "askeri vesayet" olan o zamanki rejimi demokratikleştirme arzusuyla "ileriye doğru" eleştirip dönüştürme arayışlarının, İslamcı siyaset erbabı marifetiyle rejimin "geriye doğru" tasfiyesi yönünde yarara dönüşeceğine dair emareler henüz belirginleşmemişti.
Böyle bir konjonktürde 2006’da Nobel’i alan Orhan Pamuk, dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından (o dönemki statükoyla uyarlı şekilde) tebrik edilmezken Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından çabucak aranarak tebrik edilmiştir.
* * *
Sonrasında köprülerin altından çok su aktı. Gayet açık şekilde Türkiye’de rejimin ileriye doğru dönüştürülmesi yolunda politik-ideolojik-entelektüel arayışların, rejimin geriye doğru tasfiyesine hevesli dinbaz-politik girişimlere imkân alanı açtığını düşündüren bir ortam oluştu.
Bu değişen ortamda Orhan Pamuk, dinbaz siyasetin "Yeni Türkiye" inşası yolunda yapıp ettikleri karşısında ilk kitlesel tepki olarak beliren Gezi’de ve sonrasında gayet net bir iktidar-karşıtı tutum takındı. Türkiye’deki durumun tek kelimeyle korkunç olduğunu açık-seçik dünya kamuyu önünde söyler oldu.
Bugünlerde de ne düşündüğü ne söylediği ve nerede durduğu hepimizce malûm. Cumhuriyet gazetesi eski yönetimine açılmış davada yargılananların da, Ahmet Altan, Nazlı Ilıcak ve Osman Kavala’nın da özgürlüklerine kavuşmasını söyleyen Orhan Pamuk’un, Kavala’yı Gezi’nin provokatörü ve finansörü addederek teröristlikle yaftalayan iktidar iradesinin zihninde bugün nereye konmuş olabileceğini tahmin etmek zor değil. Yine de tabii bu konumlanışın an itibarıyla açık-seçik, doğrudan, "bilinçlice" dışa vurulması da öyle kolay değil.
Fakat, ah şu "bilinçdışı", ah şu olmaz olası "Freudyen kayma", ah şu lapsus ah!..
"Türkiye’den, kalkmışlardır, teröriste ödül vermişlerdir" lakırdısının altını kazıdığımızda naçizane çıkarabildiklerimiz (tabii eğer daha da vahim mahiyette bir Orhan Pamuk-Can Dündar karıştırması yoksa) bunlar.
* * *
Pir Sultan Abdal’ı astıran Osmanlı valisi Hızır Paşa’yı bugün biliyorsak, adını duyduysak, yüzlerce yıl sonra hâlâ unutmamışsak bunu bir tek kişiye borçluyuz. Pir Sultan’ın kendisine:
"Hızır Paşa bizi berdâr etmedenAçılın kapılar Şah’a gidelimSiyaset günleri gelip yetmedenAçılın kapılar Şah’a gidelim"
Dolayısıyla ozana, şaire, sanatçıya, edebiyatçıya, yazara hakaret, tehdit, zulüm ve eziyetin bedeli, en iyisinden (pek çok savcı, yargıç, celladın başına geldiği gibi) unutulup gitmek ve adı hiç anılmamak ise en kötüsünden de her daim esefle anılmak olur.
Hızır Paşa, Pir Sultan sayesinde unutulmadı. Adolf Hitler ise elbette kendi çabasıyla unutulmayanlardan… O, iktidarının artık yerinden edilemez hale geldiği 1938’de, gelecekte bir gün Almanya’nın entelektüellerini imha edeceğini söyledi; Nazi milisi kahverengi gömlekliler de ondan ilhamla "entellerle mücadele" sloganını ortaya attılar (Richard J. Evans, "Nazi İdeolojisinin Ortaya Çıkışı", Hitler Almanyası içinde (Der. Jane Caplan, İnkilap, 2012, s. 24-25).
Entelektüele düşmanlık, totaliter anlayışı ayırt eden noktadır. Bu anlayış, toplumun devlette, ondan öte devletin kendisinde vücut bulduğu liderde erimesini arzu ettiği için, eleştirel aklı-düşünceyi imhayı hedefler.
O yüzden düşünen, düşündüklerini yazıya, çiziye, türküye, öyküye, filme döken herkes düşman addedilir, terörle bağlantılı sayılır.
Ama insanlık tarihinde müstebitlerin-mütegallibelerin varlığı da ozandan, sanatçıdan, oyuncudan, karikatüristten, romancıdan bilinir. Hızır Paşa’yı Pir Sultan’dan, Bolu Beyi’ni Köroğlu’dan bildiğimiz gibi, Hitler’i de Brecht’ten ("Hitler Rejiminin Korku ve Sefaleti"), Chaplin’den ("Büyük Diktatör") biliriz en "karakteristik" şekilde.
* * *
İktidar sahipleri için en hayırlı olan, kendileri hakkında gelecekte yakılacak türküleri, sergilenecek oyunları, çekilecek filmleri ve yazılacak romanları hatırda tutmak, ona göre yapmak etmek eylemektir. Zamanın sonsuz akışında kendilerini kalıcı kılacak, kristalleştirecek olan bunlardır çünkü.
Ve de hep bilindiği üzere, bir memleketin türkülerini yakanlar, kanunlarını yapanlardan…
Romanlarını yazanlar, nutuklarını atanlardan…
Daha güçlüdürler.
Yine Pir Sultan’la noktalayalım:
"Yürü bire Hızır PaşaSenin de çarkın kırılırGüvendiğin padişahınOnlar da bir gün devrilir."