Bayram nedeniyle ara verip şimdi yeniden yazmaya başladığımda şu aşağıda bana mahsus kılınmış dikdörtgen kutudaki yazıyı çaktırmadan ‘flaş’a sürsem mi diye hınzırca düşünmeden edemiyorum! Çünkü iki gündür olup bitenlere baktığımda iki hafta önce yazdıklarımın taptaze güncelliğini koruduğunu fark ediyorum. Suriye üzerine ‘uyarıcı’ mahiyette kaleme aldığım o yazıyı çaktırmadan ‘kopyalamak’, bayram sonrası rehavetinin yol açtığı performans baskısını da kolayından savuşturma imkânı verir ayrıca… Biraz öyle biraz böyle, yazalım bakalım bir şeyler!.. Suriye’de ‘Arap Baharı’na ayar verme işlemi, Türkiye’yi de okkanın altına götürecek mahiyette devam ediyor. Elçilik basıldı, bayraklar yakıldı, Atatürk tablosu parçalandı. Zamanında İran’da Amerikan elçiliğinin basılmasını ve işgalini (1979) hatıra getiren görüntüler bunlar… Belki de şu meşhur ‘Küçük Amerika’ olma düşü Türkiye’nin, böyle tecelli etmektedir?! Suriye Mısır’a, Tunus’a, Libya’ya benzemez demiştik. Suriye Dışişleri Bakanı da dün düzenlediği basın toplantısında dünyaya “Biz Libya değiliz” dedi. Suriye’ye yönelik ve Suriye’den de mukabil bir ‘Rus sempatisi’nin varlığına dikkat çekmiştik. Hem Rus Ortodoks Kilisesi Patriği Suriye’ye tatlı bir ziyaret gerçekleştirdi, hem de Rusya Dışişleri Bakanı ABD ve Türkiye’de Esad’a karşı kulisler yapan Suriyeli muhalifleri kıyasıya eleştirdi. Kısaca Rusya, diniyle-devletiyle Esad’ın yanında olduğunu gösteriyor. İran nezdinde Suriye’nin ayrı bir kıymet ve itibarı olduğunu vurgulamıştık. Arap Birliği’nde Suriye’ye karşı alınan yaptırım kararına İran-yanlısı Hizbullah yönetimindeki Lübnan karşı oy kullandı. Suriye’nin Mısır’la Libya’dan çok Irak’a benzediğinin altını çizmiştik. Geçtiği acı ve yakıcı sürecin deneyimiyle yanı başında aynı süreçten geçmesi (önceki yazıda ayrıntılı olarak temellendirdiğimiz üzere) büyük olasılık olan komşusuna yönelik Arap Birliği’nin aldığı kararı Irak hükümeti de kabul edilemez buldu. Suriye’nin emniyet ve istikrarının Irak için önemli olduğunu da kaydetti. Sıkıcı mı olacak bilmem, ama tekrar etmek durumundayım: Suriye’nin karşısında ‘monoblok’ bir dünya yok. Onun üzerine gidilirse buradan en büyük olasılıkla fiilî anlamda tıpkı Irak gibi bölünmüş bir ülke çıkacak. Üstelik bunun Irak’ta olduğu gibi sadece fiilî bir bölünme olmayıp resmîleşme yolunda ciddi bir iç savaş basıncı yaratacağı da olasılık dışı sayılmaz. Bu bakımdan Suriye an itibarıyla Irak’a benzerdir demenin ötesinde onun gelecekte daha çok Sudan’a benzeme riski vardır demekten de (felaket tellalı yaftasını yeme pahasına) kendimi alıkoyamıyorum. Bunları (önceki yazıda da belirttim) Esad rejimini savunma adına telaffuz ediyor değilim. Bu otoktarik rejim de bir şekilde tarihe karışacak, buna kuşku yok. Lâkin bunun Mısır’da, Tunus’ta Libya’da olduğuna benzer mahiyette, göreli olarak tereyağından kıl çeker gibi olmayacağı, daha çok Irak’ta olana benzer uzun vadeli bir soruna gebe olduğu, üstelik Irak üzerinde dış dünya açısından zor da olsa sağlanmış mutabakatın burada gerçekleşmeyeceği kanısındayım. Suriye mevzubahis olduğunda bir uluslararası ittifaktan çok ihtilaf ihtimali daha yüksek görünmekte... En uçta da Türkiye’nin yaşanan süreçte Suriye’ye karşı uluslararası politikanın ‘koçbaşı’ konumunu almış olmasının ona pahalıya patlayacağı endişesi taşıyorum. Türkiye-karşıtı eylemlerin basına yansıdığı, devlet nezdinde tepki, kınama ve uyarıların Suriye’ye iletildiği, Suriye’den de özür mesajlarının geldiği dün, bunlarla eş zamanlı olarak Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Suriyeli muhaliflerle sıcacık görüşme görüntüleri de süslemekteydi gazeteleri... Hiç şüphesiz Esad, buna Türkiyeli muhaliflerle sıcacık pozlarda görüntüleneceği görüşmelerle karşılık verecektir. Bunun Türkiye’de şu kış ayazında bile hissedilen iç-politik sıcaklığı daha fazla artıracağından da hiç kimsenin şüphesi olmasın!.. O halde ‘Arap Baharı’ndan hissemize kış ayazında cehennem sıcağı düşmesi tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuz, yazıya nokta koyulabilecek son söz olabilir.