Türkiye'nin son günlerdeki karmaşık gündeminde yer alan konuların başında "tarikatların ve cemaatlerin ülke yönetiminde söz sahibi olup olmadığı" konusu geliyor kuşkusuz.
Benimsediği sözde "ılımlı İslam modeli" ve kendisine verdiği "dini yapı" görüntüsüyle muhafazakâr kesim içinde yer edinen Gülen cemaatinin geldiği son noktayı hiç tahmin edemeyeceğimiz bir sonuçla yaşayarak gördük.
Yıllarca Anadolu'nun hemen her bölgesinde sistematik bir çalışma prensibi kapsamında faaliyetlerini yürüten Gülen cemaati, 15 Temmuz 2016 gecesi Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) bünyesinde yuvalanan mensupları aracılığıyla ülkenin acı bir tecrübe yaşanmasını sağladı.
Ancak, 17 Temmuz 2016 sabahından itibaren başlatılan adli ve idari soruşturmalar çerçevesinde başarısız darbe girişimi sonrasında silahlı terör örgütü sınıfına dahil edilen Gülen cemaati FETÖ olarak yeniden biçimlendi. FETÖ üyesi olduğu iddiasıyla binlerce "devlet memuru" görevinden ihraç edildi.
Böylelikle AKP'nin iktidara gelmesiyle birlikte Gülen cemaati, geçmişe kıyasla daha rahat hareket imkânı yaratarak özellikle 2010 ve sonrasında devletteki kadrolaşmasıyla "Türkiye Cumhuriyeti'nin yönetilmesine talip olduğunu" açık açık gösterdi.
FETÖ'nün bu pervasızlığının kaynağı hiç kuşku yok ki, muhafazakâr iktidar bünyesindeki siyasi paydaşlarıydı.
Bu durum, yakın tarihimizin kayıtlarına giren bir süreçti.
Bugüne geldiğimizde yine benzer bir tablo ile karşılaşıyoruz maalesef. Bir nevi dejavu demek daha doğru sanırım.
FETÖ'den geriye kalan milyarlarca dolarlık menkul ve gayrimenkul pastasının paylaşımının yanı sıra yine FETÖ'nün tasfiyesiyle muhafazakâr kesimdeki oluşan boşluklar mevcut tarikat ve cemaatlerin iştahını kabarttı doğal olarak.
Burada parantez açarak bir bilgi paylaşayım.
Temelde din ekseninde yapılanan cemaatler ile tarikatları birbirinden ayıran basit bir organizasyon farkı vardır.
Şöyle ki, tarikatlar, lider konumundaki bir şeyh ile hemen altındaki müritlerinden oluşur. Şeyh ile müritler arasında ara kademe yönetici pek görülmez. Mesajlar ve talimatlar doğrudan şeyh ve görevlendirdiği kimi kişiler aracılığıyla tabana yansıtılır. Tarikatlar, yatay biçimde büyür ve genişler.
Cemaatler ise, tarikatların aksine dikey gelişen ve büyüyen bir organizasyondur. Cemaat lideri ile müritler arasında çeşitli ara kademe makamları ve yöneticileri mevcuttur. Hiyerarşik bir sistem içinde cemaat faaliyetleri yürütülür.
Parantezi kapatıyorum.
İşte yatay ve dikey yapılanan dini oluşumlar, FETÖ gibi dev bir organizasyonun devre dışı kalmasıyla beraber son 3 - 4 yıllık zaman dilimi içinde birden bire büyüyüp muhafazakâr kitleler üzerinde söz sahibi olmaya başladılar.
Böylelikle cemaat / tarikat tanımlamalarına göre "kulağa daha hoş gelen" ve toplum içinde "daha sevecen / sevimli" biçimlendirmeyi sağlayacak "inanç grubu" olarak tanımlanmaya başlanan bu yapılanmalar yavaş yavaş devlet yönetiminde söz sahibi olmaya başladılar.
Hatta öyle ki, mesela Sağlık Bakanlığı AKP iktidarının en başından beri Menzil tarikatının kontrolündeydi. Halen de bu durum devam ediyor.
Benzer biçimde TSK, adliye, mülkiye ve emniyet kadrolarında pek çok devlet görevlisi, liyakat yerine tarikat ve cemaatlerden gelen referansları kullanarak kendilerine yer buluyorlar.
Her ne kadar İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, hafta başındaki sosyal medya paylaşımında "herhangi bir inanç grubunun, devletin bir takım noktalarını yönettiği ve sızdığı değerlendirmeleri"ni "yalan" olarak nitelese de, durum gerçekte pek de öyle değil.
Tek bir bakanlık, tek bir kurum değil. İmza atılan binlerce atama ve tayin kararında, kimlere, kimlerden gelen referanslarla görev verildiğini aslında herkes biliyor.
Bir "sızmadan" söz etmek de mümkün değil. Tarikat ve cemaatler, aleni bir yapılanma söz konusu olan.
Bürokrasi artık siyaset ya da devletin kendisinden ziyade tarikat ve cemaatlerden gelen referanslarla oluşturuluyor.
Tarikat ve cemaatler kendilerinden oluşan siyasi parti çatısı altında ülkeyi doğrudan yönetmek yerine kendilerine yakın ideolojiyi benimseyen kamu görevlilerini yöneterek dolaylı biçimde yönetime etki etmeye çalışıyor.
Sonuçta tarikat ve cemaatler, zorlu siyaset yolu yerine daha kolay ve etkin bir yol izliyor.
Dini kullanarak toplum içinde genişlettikleri etki alanlarıyla her geçen gün daha lüks, daha ihtişamlı, daha zengin, parayla oynayan "inanç yapılarına" dönüştüler.
Gerek faaliyetleri, gerek devlet içindeki etkinlikleri, gerekse paraya hükmetmedeki artan istekleriyle her birinin yeni FETÖ olması riski kaçınılmaz hale geliyor.
1925'ten bu yana Türkiye'nin hukuk mevzuatı içinde yer alan ve tekke, zaviye ile türbelerin kapatılması hakkındaki yasanın tarikat ve cemaatlerle mücadelede devlete yetki vermesine rağmen…