Organize suç örgütü liderinin arka arkaya yayınladığı video görüntüleri, bayram tatilini de içine alan iki haftalık pandemi kapanmasında ülke gündeminde epeyce ses getirdi.
Teması bulunduğu siyasetçi tarafından verildiğini öne sürdüğü "ülkeye dönüş garantisi"nin hayata geçirilmemesi nedeniyle açıklamalar yaptığını iddia eden organize suç örgütü liderinin söylediklerini yenilir yutulur cinsten değil.
İddiaların asıl muhatapları olan Mehmet Ağar ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, ilk iki kayıttaki söylemlere karşı yaptıkları açıklamalardan sonra sessizliğe büründü.
Dün bu yazıyı yazdığım saatlerde olayın muhataplarından İçişleri Bakanı Soylu, organize suç örgütü lideri hakkında "iddialarının araştırılması, hakaret ve iftira" talebiyle adliyeye suç duyurusunda bulundu.
İlk kayıtın yayınlanmasıyla birlikte iddiaların AKP'deki yansıması konusunda kulislerde pek çok farklı senaryo seslendiriliyor. Muhalefet; Ağar ve Soylu üzerinden AKP'ye yüklenirken, gerek AKP'lilerin, gerekse şimdiye kadar Soylu'nun arkasında durduğu ifade edilen MHP ve bilhassa genel başkan Devlet Bahçeli'nin de duruma sessiz kalması dikkat çekici.
Büyüteç'te konuya farklı bir bakışla yaklaşmak istiyorum bugün. Bu bakış açısında kimi yaşananları ve elde ettiğim bilgileri, daha kolay anlaşılabilmesi için bir bütünün parçaları şeklinde aktarmayı planladım.
Yazının asıl konusuna geçmeden, iki konuyu dikkatinize sunmak istiyorum.
İlki, bugünlerde konuşulanların Susurluk süreciyle karşılaştırılması. Bu durumun elmayla armudu karşılaştırmak olarak görüyorum. Zira, Susurluk döneminde yaşananlar daha komplike. Emniyet, MİT ve JİTEM gibi devlet kurumlarında görev almış devlet yetkililerinin gerek kişisel, gerekse devlet görevi kapsamında çekişmesi mevcut. İtirafçılar, silahlı baskınlar, sistematik biçimde adam öldürmeler, öldürülmesi planlanan iş insanlarının isimlerinin bulunduğu listeler, kayıt dışı finans elde etmek amacıyla kumarhaneler ve kumarhanecilere yönelik eylemler var. Terörle mücadele için yurt dışından kayıt dışı getirtilen ve bir bölümü kaybolan silahlar, bu silahlarla işlenen suçlar var. Sahte pasaportlarla dolaşan firariler var. Emekli ve muvazzaf devlet görevlilerinin yer aldığı yasa dışı yapılar marifetiyle başka bir ülkede darbe girişimini organize etmek var. Eski Başbakan'a yurt dışında yumruklu saldırı var.
Ancak şimdi durum farklı. Bugünkü durumu hafifletmek istemem. Fakat video kayıtlarıyla ortaya çıkan mevcut durumu, Susurluk süreciyle örtüştürmenin -o dönemi de yakından izleyen bir gazeteci olarak- Susurluk'un hafifletilmesi anlamı taşıyacağını değerlendiriyorum.
İkincisi ise, son yıllarda İstanbul kökenli siyasetçilerin devlet yönetiminde sıkça yer almasıyla ortaya çıkan tablo. Bir yanda, siyaset ve devlet yönetiminde Ankara ekolünü tercih eden "kare ası" Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan ve Alpaslan Türkeş. Diğer yanda; İstanbul'un kurallarını, yaşam tarzını Ankara'ya transfer edip uygulayan Turgut Özal, Mesut Yılmaz, Tansu Çiller ve Recep Tayyip Erdoğan. İki ekol farkının, devlet ve siyasetteki yöntem tercihlerinin bugün gelinen noktada önemli köşe taşı olduğunu düşünüyorum. Ankara merkezli siyaset yapan dörtlü ile İstanbul merkezli siyaset yapanların yönetim anlayışlarına baktığımızda, yasa dışı oluşumların faaliyetlerinin İstanbullu siyasetçiler döneminde yoğunlaşması dikkat çekici değil mi?
Bu bilgiler ışığında asıl konuya baktığımızda organize suç örgütü biçimde faaliyet gösteren bu yapıların da Türkiye'nin kabuk değiştirmesiyle birlikte kendilerini güncellediklerini görüyoruz.
1960'lardan itibaren özellikle İstanbul'dan ortaya çıkan ve "klasik kabadayılık" olarak adlandırabileceğimiz yasa dışı oluşumların, son yıllarda nasıl farklı boyuta dönüştüğüne zaman içinde tanık olduğumuz pek çok olay var.
Bu yaklaşımlar ışığında, şimdi AKP'nin iktidara geldiği 2002'den bu yana yaşananlara parçalar halinde Büyüteç tutayım.
Parça 1:
2002 seçimini kazanan AKP, yönetime geldiğinde kadrosu yoktu. Hatta İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nden birçok bürokrat Ankara'ya transfer edildi. Kısa bir süre içinde oluşturması gereken kadroyu elde edemeyen iktidarın imdadına, nerdeyse 40 yıl boyunca devlette hemen her kurumda sessiz ve derinden örgütlenen, personel yetiştiren bir yapı yetişti.
Bu yapı Gülen cemaatiydi. AKP'den önce bilhassa Refah – Yol hükümeti devrinde koalisyonun küçük ortağı DYP'yi destekleyen Gülen cemaati sayesinde yeni iktidar yavaş yavaş devleti tanımaya başladı. Tanımayla beraber AKP Gülen cemaatiyle birlikte devleti yönetir hale geldi. Kadrosu olmayan AKP'ye kadroyu veren Gülen cemaati, karşılığında iktidarın siyasi gücünden faydalandı.
Parça 2:
AKP'den önce de özellikle İstanbul merkezli faaliyetlerini yürüten ve "gayri meşru" olarak tanımlanan yapılar bu dönemde Gülen cemaatinin kontrol ve denetimine girdi. Kurumsal yapıya dönüşen Gülen cemaati, meşru ve gayri meşruyu yönetmeye başladı. Cemaat, deyim yerindeyse "karıncayı incitmeden" herkesi memnun ederek, devletteki bazı güç odaklarıyla da yakınlaşma yaşadı. Holdingleri küstürmedi. Cemaat, 2002 – 2010 yılları arasında himmet sağlama başta İstanbul'un gayri meşru yani kayıt dışı finansmanını yıllarca yönetmeyi başardı.
Parça 3:
Ergenekon soruşturmasıyla birlikte devlette yapılanma ve güçlenmesini tamamlayan Gülen cemaati, siyaseti dizayn etme girişimde bulundu. Hatırlayalım, cemaat Erdoğan'dan milletvekili kontenjanı istedi. 2010'daki referandumun ardından yargıyı da tamamen denetim altına alan cemaatin bu döneminde şimdilerde yeniden piyasada gözüken Alaaddin Çakıcı ve Sedat Peker gibi isimlerin başı çektiği mafya gruplarının liderleri cezaevlerindeydi.
Bilakis, mülki idare ve emniyet kadrolarında yapılan atamalarda Hakkâri – Edirne'yi birbirine bağlayan güzergah üzerindeki şehirlerdeki görevlendirmelerde özel personel seçildi hep.
Bu dönemde İstanbul'daki kayıt dışı finans kaynaklarına neredeyse tamamen hâkim olan cemaat, bir süre dağıtım, kontrol ve yeni kaynakların yaratılması konusunda 1990'larda karşılaştığımız kimi isimlerden bedeli karşılığında destek aldı. Bu bedel genellikle aleyhe olabilecek soruşturmalara dâhil olmamak ve rahat yaşam tarzının devamının sağlanmasıydı.
Parça 4:
Bu süreç, 17-25 Aralık dönemine kadar devam etti. Yıllarca Gülen cemaatiyle beraber yol yürüyen AKP'nin ayrılık yoluna girmesi sonrasında İstanbul'un gayri meşru finansı yavaş yavaş sahipsiz kalmaya başladı. İşte bu dönemde, daha önce hakkındaki Kelebek soruşturması çerçevesinde organize suç örgütü lideri olmaktan hüküm giyip cezaevinde yatan Peker, sonrasında FETÖ'nün yürüttüğü Ergenekon soruşturmaları sırasında bir kez daha demir parmaklıkların arkasında kaldı.
Peker'in Ergenekon'dan tahliye olduktan sonra sisteme dâhil olduğunu gösteren gelişmeler vardı. Peker'in kalabalıklar halinde hareket etmesine izin verilmesinin yanında iktidar ile muhalefet arasında gelişen toplumsal sorunlarda muhalefete açıktan ayar vermek, tehdit etmek gibi hareketlerine zemin sağlanması birer göstergeydi hep.
Parça 5:
Devlet, 10 Mart 2015'te Peker'e ilk kez "yakın koruma" tahsis etti! İstanbul Valiliği, 6 Mart 2015'te dilekçeyle başvuru yapan Peker'e yürürlükteki koruma mevzuatı gereğince 4 gün içinde koruma kararını alıp tebliğ ederek personel görevlendirmesi yaptı. Organize suç örgütü lideri Peker, artık devlet tarafından resmi biçimde korunmaya başlandı! Aracı, trafik sistemine kayıt edildi. Tıpkı benzer biçimde korunan devlet görevlileri gibi muafiyetler elde etti. Çakarlı araçlar kullanma hakkına sahip oldu. Zaten, 15 Temmuz sonrasında Gülen cemaatinin FETÖ'ye evrilmesiyle saha tamamen Peker'e kaldı.
Bu noktada aklıma takılan bir soru var. Günümüz tablosuna baktığımızda; Peker, Çakıcı cezaevinde olduğu için mi siyaset – devlet ikilisince tercih edilmişti? Veyahut şöyle sorayım: Çakıcı dışarıda olsaydı Peker tercih edilir miydi?
Parça 6:
Peker, uyuşturucu konusu dışında 2015-2020 yılları arasında iş başındaydı. Ta ki, Cumhur İttifakı'nın küçük ortağı MHP lideri Bahçeli'nin girişimiyle Çakıcı tahliye oluncaya kadar.
Bu arada başka bir gelişme daha vardı. Adalet ve İçişleri Eski Bakanı Mehmet Ağar'ın, Erdoğan'la temasının bulunduğu günler başladı. Hatta öyle ki, 2015'te başlayan ve 2016'da sonuçlanan barikat – hendek olaylarıyla ilgili Ağar'ın Erdoğan'la bilgi paylaşarak hükümetin terörle mücadele politikasında değişim yaşanmasını sağladığı bilgisi ortaya atıldı.
Parça 7:
Arkasından Mansimov konusu gündeme düştü. Türkiye'deki yatırımları sayesinde vatandaşlık hakkı elde eden Azeri kökenli iş insanı Mübariz Mansimov Gurbanoğlu'nun sahibi olduğu Bodrum Marinası'nda Mehmet Ağar'ın oğlu Tolga Ağar yönetici oldu.
Bu süreçle ilgili yeterince detay mevcut. Ancak şunu söylemeliyim ki, Mansimov marinayı elinden çıkarttıktan sonra Peker'den yardım istedi. Bir yanda petrol taşımacılığı konusunda Rusya ile uluslararası tahkimde davaları devam eden Mansimov'un talebi doğrultusunda Peker devreye girmek istedi ama başaramadı. Bunu Peker yayınlarında açıkça dile getirdi. Peker'in Ağar'a olan husumetinin hem Mansimov'un yanında olmasına izin verilmemesi, hem de cezaevinden tahliye olan Çakıcı'nın Ağar'ı yanında Korkut Eken ve emekli general – eski MHP milletvekili Engin Alan olduğu halde çektirdiği ünlü fotoğraf. Peker, fotoğrafı görünce artık resmen taca çıktığını anladı.
Parça 8:
Ve geldik, en önemli parçalardan birisi olan İstanbul'un kayıt dışı finansının fotoğrafına.
Bu sürece, bizzat yaşadığım bir olayla giriş yapayım. 17-25 Aralık 2013'ten sonra başlayan FETÖ'nün devletten ve siyasetten tasfiyesinin üzerinden epeyce zaman geçmişti. 2015'in yaz aylarının başıydı. İstanbul'u iyi tanıyan ve işi gereği kentin yasa dışı finansıyla ilgili gelişmeleri izleyen üst düzey bir emniyet yetkilisiyle görüşürken konu kentin kayıt dışı finansına geldi. Kaynağım, o tarih itibarıyla bu miktarı yıllık 2.5 – 3 milyar dolar arasında olduğunu söyledi.
Peki neydi bu kayıt dışı paranın kaynağı? Fuhuş ve beyaz kadın ticareti, uyuşturucu ve akaryakıt kaçakçılığı, devlet ihalelerinden alınan komisyonlar ve belki de en önemlisi ülkeye yatırım amacıyla gelen yabancı şirketlerin yerli ortak ile yatırım sahasının tespiti için aracılara verdikleri kayıt dışı paralardı.
Özellikle 15 Temmuz'dan sonra FETÖ'ye ait el konulan şirketlerin satışı, FETÖ'yle teması bulunan önemli iş insanlarının adli ve idari soruşturmalardan kurtulabilmek için aracılara verdikleri yüklü miktardaki paralar.
Bu tabloyla 2020'ye geldiğimizde İstanbul'un kayıt dışı para bütçesinin yaklaşık 10 milyar dolar olduğu yine emniyet kaynaklarından edindiğim bilgi. Bu miktarın yaklaşık yüzde 40'ına eş değer olan 4 milyar dolar ise net kâr olarak kabaca hesaplanıyor.
Yıllık 10 milyar dolarlık kayıt dışı para fena bir miktar değil! Liraya çevirdiğimizde yaklaşık 84 milyar diyelim.
Ve işin ilginci bu paranın çok büyük bölümünü iktidarın sevgi zinciri içinde olan ve adı sanı pek bilinmeyen ama işleri yakından takip edenlerce iyi bilinen insanlarda.
E, bu durumda etraflarında yüzlerce adam besleyen, lüksün lüksü yaşam biçimleri olan, parayı su gibi akıtmaktan çekinmeyen, mafya bu paraya çökmesinde ne yapsın!
Yarın devam edeceğim…