Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi piramidini bilirsiniz. Piramit, insanın gereksinimleri arasında bir kademelenme olduğunu varsayar. Piramidin en altında fiziksel ihtiyaçlar vardır. Yukarıya doğru sırasıyla, güvenlik ihtiyacı, ait olma ve sevgi ihtiyacı, değer-saygınlık ihtiyacı ve kendini gerçekleştirme ihtiyacı gelir. Fiziksel ihtiyaçların içinde, yiyecek, giyecek ve diğer fizyolojik ihtiyaçların yanı sıra “barınma” yer alır. Yani insanın insan gibi yaşamasının ön koşullarından biridir barınma.
Fakat barınma ile ifade edilen şeyi abartmamak lazım. Eğer sokaklarda yaşamıyorsak iyi kötü bir yerde barınıyoruz demektir. Fakat barınıyor olmamız “konut hakkı”na sahip olduğumuz anlamına gelmez. Konut, daha gelişmiş bir insan hakkıdır. Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi (ESKHS) veya Avrupa Sosyal Şartı (ASŞ) gibi uluslararası belgelerde kendisine yer bulur.
Bu belgelerin tanıdığı bir sosyal hak olarak konut, kişinin kendine ait bir mekâna sahip olmasını ifade eder. Fakat bu mekânın -uzatmadan sayacak olursak- en az yedi özellikle donatılmış olması gerekir:
Bu özelliklerin içinde sonuncusu, en tartışmalılardan biridir. Çünkü özel bir ekonomik model, sistemli bir politik tercihi gerektirir. Örneğin sosyalist bir sistemde temel hedef “herkesin bir konuta ücretsiz erişimini sağlamak”tır. Öyle ki Sovyetler Birliği’nde “her ailenin, içinde yaşayan kişi sayısından en az bir fazla odası bulunan konut sahibi olması” devletin temel amaçlarından biri olarak kabul edilmiştir. Bu amaç tam olarak gerçekleşmese de yabana atılmayacak bir pratik geliştirilmiştir.
Buna karşılık, “hür dünya”da durum biraz daha farklıdır. Bir defa, devletlerin böyle bir amacı yoktur. Konut, mülkiyet hakkıyla ilişkili olup özel teşebbüs meselesidir, yani bir metadır.
Gelgelelim sosyal haklar, bu alanın tamamen piyasacı bir mantığa da teslim olmasına izin vermez. Konut hakkını sosyal olarak tanıyan devletler, kira bedellerinin ödenebilir seviyede kalması gibi bir yükümlülük altındadır.
Bu hem taraf devletlere (1) yeterli standartlara sahip bir konut edinilmesini teşvik etme, (2) evsizliği, zamanla ortadan kaldırma amacını da güderek, önleme ve azaltma, (3) ev fiyatlarını, yeterli kaynaklara sahip olmayanlar için uygun hâle getirmeye yönelik önlemler almak gibi yükümlülükler getiren Gözden Geçirilmiş ASŞ’nin hem de bünyesinden aşağıdaki içtihadın çıkarıldığı ESHKS’nin bir gereğidir.
“Konuta ilişkin kişisel masraflar veya aile masraflarının tutarı, diğer temel gereksinimlerin karşılanmasını tehlikeye düşürecek düzeyde olmamalıdır. Taraf Devletler, genel olarak konuta ilişkin masrafların gelir düzeyiyle orantılı olmasını güvence altına almalıdır. Taraf Devletler, elverişli konut edinemeyenlerin ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik mali konut yardımında bulunmalıdır. Bedelin ödenebilirliği prensibine bağlı olarak, kiracılar uygun yollarla fahiş kira oranlarına ve kira artışlarına karşı korunmalıdır. Doğal malzemelerin konut inşasında temel kaynağı oluşturduğu hallerde, taraf Devletler bu malzemelerin mevcut olmasını sağlayıcı tedbirler almalıdır.”
Yani Türkiye’de devletin, yurttaşların konuta elverişli koşullarda erişimini sağlama ödevi vardır.
Peki bu nasıl gerçekleşebilir?
Bu sorunun anayasal bir yanıtı yok değildir. 1961 Anayasası’nda (md. 49) “Devlet, yoksul veya dar gelirli ailelerin sağlık şartlarına uygun konut ihtiyaçlarını karşılayıcı tedbirleri alır.” biçimindeki emekçileri koruyan bir hükümle verilen bu soyut yanıt, “Devlet, şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir planlama çerçevesinde, konut ihtiyacını karşılayacak tedbirleri alır, ayrıca toplu konut teşebbüslerini destekler.” hükmünü içeren 1982 Anayasasında (md. 57) nispeten ayrıntılandırılmıştır. Bu bakımdan yasama organının “planlama” ve “toplu konut” yönünde koşullandırıldığı söylenebilir. Fakat bu koşullama, diğer yöntemlerin dikkate alınmamasını gerektirmez.
Yurttaşların barınmasını ve bir ölçüde konuta erişimini sağlamak için uygulanan yöntemlerden ilki gecekondulaşmaya izin verme ve imar afları biçiminde olabilir. Bu yöntem oldukça sağlıksızdır. Konutları kentsel felaketlere, doğal afetlere karşı korunmasız bırakan bu politika, devletin çok sayıda yükümlülüğünün ihlaline neden olur. Dahası, toplumu mekânsal olarak ayrıştıran, yoksulları gettolara hapsedip sosyal olanaklardan dışlayan bu politika, sınıfsal ayrımları kastlaştırır.
Türkiye’de özellikle 1980’lerden itibaren baskın yöntem buydu. Devlet, yurttaşların gecekondu yapımına göz yummanın yanı sıra periyodik olarak imar aflarıyla bu uygulamaya yasal bir temel sundu. AK Parti yönetimi döneminde de değişmedi.
Anayasa’nın “planlama” arayışı karşısında bu yöntem konut hakkının anayasal temeli olamaz. Çünkü gecekondulaşma, konut hakkının yukarıda sayılan öğelerinin hemen hepsi yönünden sorunludur.
Ne var ki bugün Türkiye’deki kent nüfusunun üçte birinden fazlası gecekondu mahallelerinde yaşamaktadır. Bu oran, İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerde nüfusun yarısını bile geçmektedir. Bu durumun, Anayasa’ya uygun olduğunu söyleyemeyiz.
İkinci bir yöntem, kira bedellerinin üst sınırı konusunda bazı kurallar getirmektir. Fakat bu politikaya koşut mevzuatın mülkiyet hakkını zedelediği gerekçesiyle iptal edilmesi riski yüksektir.
Örneğin Almanya’da daha yakın zaman önce Berlin’deki kiralar için böylesi bir tavan sınırı konmuştu. Alman Anayasa Mahkemesi bu kanunu iptal etti.
Bizde de daha 1940’lı yıllarda Millî Korunma Kanunu ile kira miktarlarının dondurulması veya üst sınır uygulanması söz konusu olmuştu. Sonrasına da çıkarılan bir kanunda da kira sözleşmelerinin rıza hilafına sona erdirmesi güçleştirildi, uzayan sözleşmelerde kira bedelinin artışı sınırlandı. Anayasa Mahkemesi 1963’te verdiği bir kararında kira bedellerine üst sınır getiren hükmü iptal etmişti. Mahkemenin o karardaki şu belirlemesi ise önemliydi:
Yani Anayasa Mahkemesi’ne göre böylesi bir sınırlama mümkündür. Fakat mümkünlük, ev sahiplerinin üzerinde ölçüsüz, onların mülkiyet hakkının özünü zedeleyecek yani mülklerinden gelir elde etmelerini engelleyecek türden bir yük yaratmamalıdır.
Bu konudaki ölçüt, zamana yayılarak karşılığını bulmuştur. Yargıtay içtihatlarıyla biçimlenen kurallar, 2012’den sonra Borçlar Kanunu’nda norma dönüştü. Buna göre beş yıllık periyotlarla kira bedelinde, Tüketici Fiyat Endeksi’ndeki (TÜFE) 12 aylık değişim oranı ortalaması üst sınırdır. Bugün hiçbir ev sahibi bu sınırın üstünde bir kira artışını kiracısına dayatamaz. Bunun istisnaları ev sahiplerinin, beş yıl sonra bir rayiç bedele göre artış istemesi veya on yenileme yılından sonra sözleşmesini feshetme olasılığıdır.
Öte yandan, ilk defa kiraya verme durumlarında ise kira bedelleri için bir limit yoktur. Bu limitsizliğin ölçüsüz yansımaları olmaktadır. Mesela son bir yılda İstanbul’da kira bedellerinin ortalama %50 artmış olması bu alandaki gerilimin tipik göstergesidir. Çünkü asgari ücretteki %21’lik, memur maaşlarındaki %8’lik artış, bu düzeydeki kira artışları karşısında ezilmiştir. Hâl böyleyken emekçilerin konut hakkı iyice yıpranmış, bu hakkın “ödenebilir ücret” ögesi daha da gerilemiş durumdadır.
Bu sorunun çözümü ise katı kira sınırları getirmekle (sosyal politikanın maliyetinin ev sahiplerine yüklenmesi) değil, devletin taşın altına elini sokmasıyla olabilir. Bu ise Anayasa’nın öngördüğü “toplu konut” yöntemiyle yaşama geçirilebilir.
Konut hakkının yaşama geçirilmesindeki (Anayasa’nın da öngördüğü) bir diğer yöntem, devletin yurttaşların bir konut sahibi olması için toplu yapılar inşa etmesi ve bu yapılarda konut sahibi olunması için (düşük faizli kredi sunma ve uzun taksitlendirme gibi) sübvansiyonlarda bulunmasıdır. Türkiye’de özellikle AK Parti döneminde inşa edilen TOKİ ve belediyelerin toplu konut şirketlerinin uygulamaları, bu yöntemin bir uzantısı sayılabilir.
İlk bakışta “sosyal” nitelikte görünen bu yöntem, gerçekte ehvenişerden fazlası değildir. Türkiye özelindeki durum yurttaşa ölümü gösterip sıtmaya razı etmek gibidir. Yurttaşlar, tamamen konutsuz kalmaktansa (bkz. ölüm), 15-20 yıllarını bütün varlıklarıyla ipotek etmeyi (bkz. sıtma) tercih etmek zorunda bırakılmaktadır.
Şöyle ki; İstanbul’da bu konutlardan 2+1 boyutundaki en ucuzu için ödenmesi gereken aylık bedel 1000 TL civarındadır. Aidat, elektrik, su, ısınma, internet ve konuta ulaşım masrafları da dâhil edildiğinde aylık bedel asgari ücreti silip süpürür. Dolayısıyla böyle bir durumda evde mutlaka bir maaşlı kişinin daha bulunması gerekir. Bu maaşın “asgari ücret” olması durumunda aile, açlık sınırının altında kalmaktadır. Dahası bu konutların kalitesiz alt yapıları, ekolojiyle uyumsuz nitelikleri, bir doğa olayında dahi sular altında kalan, çökmeye hazır yapıları ve kent merkezinden uzak “getto”ları, sosyal anlamda konut hakkının gereklerinden uzaklaştırmaktadır.
Bunun nedeni ise meselenin kâr amacıyla gerçekleştirilmesidir. Aslında konut hakkını yaşama geçirebilecek toplu konutlar, AK Parti iktidarında devletin kamuya ait arazilerinin yandaş yatırım ortaklıklarına devredilmesi ve bu yolla konutun metalaştırılması esasına dayanmaktadır. Başka bir deyişle TOKİ’ler, sosyal bir perspektiften değil de iktidara yakın müteahhitlerin zenginleştirilmesi amacıyla biçimlendirdiği için işlevini gerektiği gibi göstermemektedir. Bu uygulamanın esas sonucu, son tahlilde, zengini daha zengin kılmak, yoksulu da on yıllarca borç altında bırakarak tutsaklaştırmaktır.
Son olarak; konut hakkını yaşama geçirmenin, Anayasa’nın öngördüğü “toplu konut” koşulunu karşılayan ve belki de en sağlıklı yöntemi sosyal konutlardır. Bu yöntemin esası, Devletin bizzat inşa ettiği veya ettirdiği konutları ucuz bedellerle (hatta gerektiğinde bedelsiz olarak) kiralaması esasına dayanır. Mülkiyet odaklı toplu konut politikasının alternatifi olan bu yaklaşımda, yurttaşların borçlandırılmadan konuta erişimi sağlanır. Ne var ki bu yöntemin (yaşam koşulları tartışmalı sıkış tepiş öğrenci yurtları ve AK Parti’nin, ordu mensuplarına sağlananlar dışında neredeyse hepsini tasfiye ettiği lojmanlar gibi istisnalar hariç olmak üzere) Türkiye’de hemen hemen hiç karşılığı yoktur.
Oysa sosyal konutları kiralama, OECD ülkelerinde oldukça yaygındır. Örneğin bu ülkelerdeki tüm konutların ortalama %7’si bu türden sosyal konutlardan oluşur. Bu oran Birleşik Krallık’ta %17, Fransa’da %14 düzeylerindedir:
Türkiye’nin bizzat devletin sunduğu yaygın sosyal konut kiralama pratiği bulunmamaktadır. Bu konuda devletin sunabildiği tek destek, oldukça cüzi miktarda “kira yardımları”dır. Fakat bu bedeller, kiraların gerçek bedelleri karşısında devede kulaktır.
Sonuç
Sonuç itibarıyla Türkiye’de elverişli konut hakkı kâğıt üzerinde kalmıştır. Her geçen yıl daha fazla yurttaş kiracı statüsüne kaymakta, kiraların ödenebilirlik marjı ise gitgide daralmaktadır. Dahası bu marjın dışında kalan kişi sayısı da her geçen yıl artmaktadır.
TÜİK verilerine göre AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 yılındaki kiracı oranı toplam nüfusun %18’i iken bu oran 2018 yılında %28’i geçmiştir. Ev sahibi olan kişilerin sayısındaki dramatik azalmaya (%73’ten %56’ya) da bakılırsa, yakın gelecekte kiracı sayısının ev sahibi sayısını aşması hiç de sürpriz değildir.
Sözün özü, Türkiye’de konut hakkı sorunu çözülememiş, hatta çözümsüzlük son yıllarda bir barınma sorununa yol açmıştır.
Hâl böyleyken bugün İstanbul’un çeşitli köşelerinde “barınamıyoruz” diye gündem oluşturmaya çalışan gençler hiç de yalnız değildir. Onlar, sadece benzer sorunu yaşayan veya yoğun kaygılar içinde yaşamaya yüz tutmuş milyonların kamuoyuna yansıyan bir kesitidir.