Günlerdir, aşırı sağcı gruplarla ilişkili olduğu bilinen ve irredantist fikirlerini saklamayan bir mafya liderinin açıklamalarını dinliyoruz. Dillerinden "kutsal devlet" ifadesini düşürmeyenlerin, devleti düşürdüğü düzeye tanıklık ediyoruz. Belli ki ekonomik daralma, yiyicilik sektörünü de vurmuş. İktidar içi rant mücadelesinden dışlananlar, sandığımızdan da çokmuş.
Videolar, toksik ilişkilerden çıkan kişilerin "intikam pornosu" (revenge porn) kayıtlarını andırıyor. Cinayetler, yolsuzluklar ve çürüme son derece bayağı bir dille âdeta dalga geçercesine anlatılıyor. Bu mide bulandırıcı yayınlar, iktidar çevresinde pespayelikle, parlamenter muhalefet çevresinde sessizlikle, sosyal medya çevrelerinde ise sululukla karşılanmış bulunuyor.
Bu kayıtlarda söylenen çok şey var ve çokça yorum yapılıyor. Fakat ben biraz ihmal edilen, biri tarihsel diğeri hukuksal iki noktaya parmak basmak istiyorum.
1990'lı yılların ortasındaki ekonomik tıkanıklık ve kriz bugünlere benziyordu. Kriz derinleştikçe pasta paylaşılamadı, bal tutan parmağını yalayamadı. Böylesi bir dar boğazda, Balıkesir'in Susurluk ilçesinde bir trafik kazası yaşandı. Bir milletvekili ile yine aşırı-sağcı bir organize suç örgütü liderinin ve bir polis okulu müdürünün aynı arabada olduğu ortaya çıktı.
Olay şok etkisi yarattı. Kamuoyu, devlet-polis-mafya üçgeninin ardında ne olduğu sorusunun üstüne gitti. Sol, bu üçgeni 12 Mart'lardan, Bahçelievler'de boğulan TİP'li öğrencilerden, Çorum ve Maraş katliamlarından, kanlı 1 Mayıslardan biliyordu. Karanlığın üstüne gitti. Yurttaşlık Girişimi'nin öncülüğünde başlatılan "Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık" ve "Beyaz Kurdele" kampanyalarıyla muhalefet, temiz toplum ve temiz siyaset talebini yüksek sesle dile getirdi. Yurttaşlar her gece saat 21.00'de evlerindeki ışıkları bir dakikalığına kapatarak ve tencere-tava (bu eylem tarzı Latin Amerika kökenlidir ve cacerolazo diye bilinir) çalarak evlerinden protestolara katılmıştı. Cumhuriyet tarihinin en kitlesel eylemlerinden biri o günlerde yaşandı.
Resmî olarak TBMM bünyesinde bir araştırma komisyonu kurulmuş ve fakat Komisyon, devlet sırlarıyla örülü duvarların ötesine geçememişti. Sonrasındaki askeri müdahale (28 Şubat 1997) ise olan biteni ters yüz etti. Darbe, sistemi yeniden yapılandırırken uzun vadede İslamcılığın ve sermayenin önünü açtı; önce öğrenci hareketini, ardından emek hareketini geriletti. Devlet, çetelerden arındırılamadı.
O günlerin öğrenci hareketinin ünlü sloganı "çeteler mecliste, öğrenciler hapiste" biçimindeydi. Aradan yıllar geçti. Sonra "öğrenciler", yerini "hocalar"a bıraktı. Gelinen aşamada ise tüm ülke adeta bir hapishaneye döndü. Slogan âdeta "çeteler mecliste, bütün ülke hapishane" biçimini aldı.
Yani zaman değişiyor, sloganlar da değişiyor. Fakat yayımlanan son videolarda da görüldüğü üzere, o zamandan bu zamana devletin içindeki çeteleşme hiç değişmemiş, hatta daha örgütlü hâle gelip pervasızlaşmış. Bu palazlanmaya karşı demokratik kitle örgütlerinin hareketsizliği ise çeyrek asırlık bir gerilemeye işaret ediyor. Bugün daha örgütsüzüz.
Fakat yine de bu geçmişi unutmamalıyız. Türkiye'de bir zamanlar böylesi bir hareketin ortaya çıkabilmiş olması bugüne ders olmalı. Eksik kalan iş tamamlanmalı. Temiz toplum ve temiz siyaset için devlet çetelerden arındırılmalı! Bunun yolu ise daha örgütlü bir toplum olmaktan geçiyor.
Videolarda konuşan kişi, geçmişte Barış için Akademisyenler (BAK) hakkında "oluk oluk kanlarınızı akıtacağız ve kanlarınızla duş alacağız" demişti.
Videolarından birinde Barış için Akademisyenlerin hepsinden değil ama bazılarından kendince özür dilemiş, güya sözünü geri almış… Dileyenler, bu videoyu hâlâ şuradan izleyebiliyor.
Videodan anladığımız kadarıyla bu kişi, hocaların bir kısmının kanlarını hâlâ oluk oluk akıtmak ve kanlarında banyo yapmak istiyor. Özrü kabahatinden büyük derler ya, öyle bir durum. Fakat en azından bazılarından özür dilemiş. Bunu yapamayan devlet kurumları var.
Bu açıklamalarda konunun BAK'a gelmesi, bu olayın hatırlanması önemliydi. Çünkü kamu kurumları, olayı unutmuş gibi hareket ediyordu.
Hatırlayalım: Anayasa Mahkemesi bundan yaklaşık iki yıl önce Zübeyde Füsun Üstel ve diğerleri kararında bu meselede karar vermişti. Mahkeme, imzacıların, ifade özgürlüğünün getirdiği güvencelerden yararlandığını, bu açıklamalardan dolayı hiçbir yaptırım uygulanamayacağını söylemişti. Yani karar açıktı. Bu metinden ötürü bir akademisyene ne tutuklama ne gözaltı, ne tazminat ne de disiplin cezası tedbiri uygulanabilirdi.
Bu durumda, kararın gereğinin nasıl yerine getirileceği de açıktı. İmzacı akademisyeneler derhâl mesleğe geri alınmalı, zararları da faiziyle birlikte tazmin edilmeliydi.
İmza metninin yayımlanmasından ve tacizlerin başlamasından bu yana yaklaşık beş yıl, Mahkemenin bu kararı vermesinin üzerinden ise neredeyse iki yıl geçti. Kararın gereği hâlâ yapılmadı. Olağanüstü hâl dönemindeki ihraçlarla ilgilenen ad hoc Komisyon, çok sayıda karar vermesine rağmen BAK imzacılarıyla ilgili dosyaları askıda tuttu ve tutuyor. Onları, bir mafya lideri bile hatırladı ve sözlerini kısmen geri aldı ama Komisyon, resmî karara karşın hâlâ ölüm sessizliğinde boğulmuş bulunuyor.
AYM kararına rağmen iki yıldır mesleğe iade işlemlerinin yapılmaması yeni bir ihlal nedenidir. Çünkü Komisyon bekledikçe akademisyenlerin ifade özgürlüğünün üzerinde süreğen bir baskı kurulmaktadır. İfade özgürlüğüyle ilgili vakalarda soruşturma ve yargılama süreçlerinin hızlı ilerlemesi önemlidir. Zira ifade sahipleri, kendileriyle ilgili süreçler uzadıkça kaygılanabilir. Bu durum onları otosansüre yönlendirebilir. Pek çok konuda söz söylemekten geri durabilirler. Buna, insan hakları hukukunda uzun süren yargılamaların ifade özgürlüğü üzerindeki "ürpertici etki"si (chilling effect) denir.
Bunu, iktidar çevrelerinden şeriatçı bir isim hakkında geçmişte verilen bir kararla örneklendireyim. Bugün Yeni Akit Gazetesinde yazan ve hükûmetçe makbul görünen Abdurrahman Dilipak, geçmişte iktidarların pek makbul gördüğü biri değildi. 28 Şubat sürecinde ordu mensuplarına dönük sözlerinden ötürü Dilipak hakkında çeşitli davalar açılmıştı. Bu davaların birinde "askerî ve emniyet teşkilatını alenen aşağılama" suçundan dolayı yargılanıyordu. Yargılanma nedeni ise bir gazete yazısıydı. Yani konu ifade özgürlüğüyle ilgiliydi. Dilipak, dava devam ederken İnsan Hakları Avrupa Mahkemesine başvurmuştu. Bu başvurusu Strazburg organları tarafından kabul edildi. Mahkeme şu belirlemeyi yaptı:
"Mahkeme (…) adli makamların, başvurucu hakkında kayda değer bir süre boyunca (…) cezai soruşturma yürüterek, başvurunun kamu yararını ilgilendiren konularda görüşlerini ifade etme iradesi üzerinde ürpertici bir etki doğurduğunu değerlendirmektedir. Mahkeme ayrıca, başvurucunun, bu tür soruşturmalar yürütülmesinin, (tıpkı kendisi gibi) silahlı kuvvetler mensuplarının, ülkenin genel politikasıyla ilgili olan eylemleri ve açıklamaları konusunda yorumda bulunmak isteyen diğer bütün araştırmacı gazetecilerin üzerinde de otosansür ortamı oluşturabileceğine dair görüşüne de katıldığını ifade eder. Mahkeme, bu son nokta ile ilgili olarak, egemenlik yetkisini kullanacak devlet organlarının, karşıtlarının veya basının haksız eleştirilerine ve saldırılarına cevap vermek için, özellikle başkaca imkânlarının olduğu durumlarda, cezalandırma yolunu seçerken daha çekinceli davranmak zorunda olduğuna dair geçmiş içtihadına atıfta bulunur."
Yani Mahkeme, kişilerin ifadelerinden ötürü sadece yaptırım uygulanmasının değil, duruma göre bu ifadelerle ilgili uzun süren yargılamalar yoluyla Demokles'in Kılıcı'nın sallandırılmasının da bir müdahale yaratabileceğini söyledi.
Bu belirlemenin bir yönü de topluma bakıyordu. Böylesi durumlarda müdahale, sadece ifade sahibiyle de sınırlı değildir. Mahkemenin yaklaşımını somut olaya uyarlarsak; işe iade süreçleri uzadıkça Kürt sorununa dair söz söyleyecek diğer kişiler de kendilerini emin hissetmez. Çünkü böyle yapılarak onlara da bir gözdağı verilmektedir. Yani devlet, mafya liderinin açıkça yaptığı şeyi, kılıfına uydurarak yapmış olmaktadır.
Bu yayınlarda söylenenlerin hangisinin doğru hangisinin yalan olduğunu bilmiyoruz. Suç isnatları konusunda hüküm verecek olanlar, sosyal medya kullanıcıları veya internet sitesi katılımcıları değil, yargıçlar olacak. Soruşturmanın kendine özgü özellikleri var fakat videolarda söylenenlerin (açıklamalarda, aralarında İçişleri Bakanı'nın ve çeşitli milletvekillerinin de bulunduğu kişilerin kimi organize suçları işlediği iddia ediliyor) yüzde birinin bile doğru olması büyük bir skandal…
Bu ağır isnatlara rağmen "masumiyet karinesi" varlığını koruyor, doğrudur. Maddi gerçek, her şeye rağmen yargısal süreçlerden sonra ortaya çıkar, bu da doğrudur. Bu doğrular karşısında meşru beklenti, Cumhuriyet'in savcıları iddialarla ilgili derhal harekete geçmesi ve soruşturmayı derinleştirmesidir. Fakat görünen o ki bu yapıl(a)mıyor. Böyle bir durumda hukuken talep edilebilecek şey, geçen hafta bahsettiğim türden bir komisyonun kurulması için hızla adım atılması olabilir. Böylesi bir adımın atılması veya gerçek sonuca ulaşması ise tabii ki bir ölçüde yurttaş hareketlerinin ve muhalefetin taleplerine ve eylemlerine bağlı. Sessizlikle yol katedilemeyeceği açık.
Kesinleşmiş yargı kararının yerine getirilmesi için ise ne bir sosyal hareket ne bir soruşturma gerekiyor. Devlet kurumlarının, yine bir mafya liderinin gerisinde kalmayarak akademisyenlerden özür dilemesi, iadelerini süratle gerçekleştirmesi gerekiyor. Bu konuda gerisi lafügüzaf.